PROF. DR. RAHMİ KARAKUŞ İLE RÖPORTAJ

BU YAZI İLK DEFA OKUR KİTAP DERGİSİNİN HAZİRAN 2018 TARİHİNDEKİ 6. SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR. 

Konuşan: Burhaneddin Kanlıoğlu

Türk düşüncesinin, felsefesinin akademik imkanları, referansları ve kaynakları bugün hâlen tam anlamıyla ve hatlarıyla Türkiye’nin akademik ve entelektüel çevresi tarafından konuşulmuş, çalışılmış ve sahiplenilmiş bir melese olarak görülmüyor. Bu konuyu kendine bir “mesele” edinen bir “Türk Aydınıyla”, Rahmi Karakuş ile meselemizi ve Anadolu’nun felsefi mayasını konuştuk.


Kimdir?

Lisans tahsilini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde tamamladı. Aynı üniversitede 1987 yılında, Nihat Keklik yönetiminde “Farabi’de Determinizm” konulu yüksek lisansını, 1994 yılında ise “1908-1933 Türkiye’de Felsefenin Kavranışı ve Dinin Konumu” başlıklı doktora çalışmasını tamamladı. Akademik çalışmalarında, tasavvuf, ahlak ve Türk düşüncesi üzerine yoğunlaşan Karakuş, Sakarya Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesidir.

Birkaç yıl önce yayınlanan Felsefe Serüvenimiz adlı kitabınızda Türkiye’deki felsefe geçmişimizin son yüz yılının kurucu esprisine, aynı dönemin filozoflarıyla temas ediyorsunuz. 1933 öncesi Türk aydınının kafasının karışık olduğundan söz edebilir miyiz? Eğer söz edebilirsek, bu kafa karışıklığı hala devam ediyor mu?

20. yüzyılın ilk çeyreğindeki neslin yaşadıklarını sonrakiler tahayyül bile edemezler kanımca. Güç dengesinin doludizgin bozulduğu, imparatorluğun elden yavaş yavaş kaydığı, çarenin nasıl ve ne suretle mümkün olduğuna karar verilememesi vs. 19. yüzyılın sonlarındaki durum. 20. yüzyılın başı ise her şeyi kaybediş. Gücü, toprağı, insanı, dayanakları ve en tehlikelisi umudu…

1933 öncesi aydın –kavramı suiistimal ettiler ama ben kullanacağım- mitolojik Ergenekon’un modern versiyonunu tahakkuk ettirmektedir. On yıl boyunca savaşıp umudu yeniden yeşertmek her türlü övgüye değer. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk aydınları, akademisyenleri diyebileceğimiz bu nesil hakikatte 19. yüzyıldaki tartışmalarda spekülasyonu yapılanların tatbikatına başlamıştır. Batının ilmi, kurumları, yaşayışı neredeyse mukavemetsiz bir şekilde ülkeye taşınır. Ancak yöneticilerin acelesi vardır, bir an önce çizilen istikametin kabul edilen ilkelerin, değerlerin herkes tarafından milletçe tam bir içselleştirmesini sağlamak ve hatta bu yönde dünya ile yarışır eserler ürünler vermek beklenir. Bu nedenle bazılarının sigaya çekilmesi veya görevinden uzaklaştırılması söz konusu olur. Hikayenin görmezden gelinen kısmı kültürel dönüşüm ve zihniyet değişiminin bir nesle sığmayacak kadar uzun soluklu bir sosyal süreç olduğudur. Üstelik bu dönüşümün muhatabı olan kitlenin kahir ekseriyeti savaş sonrası kırsal hayattır. On yılda on beş milyon genç nüfus olduğu söylense de bu motivasyon esprisi taşımaktan başka bir değer taşır mı bilmem.1933 öncesi aydın iki dünyanın arasındadır. Yaşananların faturası/sorumlusu sahip olunan kültür/din olduğu iddia edilmektedir. Özellikle güçlü olanların –batılı ülkeler ve aydınlarının- insanlığın geri kalmasından (!) sorumlu tuttuğu skolastisizm üzerinden dindir. Ortaçağın karanlığından (!) çıkıp aklın egemenliğinde, bilimin rehberliğinde yeni bir insanlık kurulmaktadır. Pozitif (müspet) bilimlerin başarısı ortadadır. Eskiçağların spekülatif problemlerini birer birer çözüm getirmektedir, M. Akif dahi batı ilmini ve sanatını almak dışında başka çıkar yol olmadığını bir çok defa dile getirir. Peki bize ait olup devam ettirilmesi gereken nedir? Bazıları için İslamiyet ama mezarlıkta okunan, muskası yazılan değil. Bazıları için biz’in taşıyıcısı dindarlıktan başka bir şey olamaz. Bazıları ise bunu kültür, tarih ve dil üzerinden dikkate alarak karşılarken diğer bazıları bunu kadim zamanın İyonya’sına, Sümer’ine kadar götürmek istemiştir.

Millet için aranan muhtevayı felsefece tartışan tek düşünür sanırım M. İzzet’tir, ancak o da bize lazım olan demirci (!) diye reddedilenlerden olmuştur. Düşünmeye devam eden bir nesildir bu nesil ve istikbale dair kurguları geleneksel olanla ilişkili değildir. Bizde geleneğin ne denli kıymetli bir muhtevaya sahip olduğunu bilenlerin bunu yeninin baskın ortamında duyuramamaları söz konusudur. Babanzade ve Elmalı kanımca bunlardandır. Erişirgil ve Ş. Tunç gibi olanlar batılı sözcü üzerinden konuşur gibidirler. Fakat bu döneme dair nitelikli monografiler yapmadan söylenen ve yazılanları, kanaat beyanından başka bir şey saymamalıdır.

Çok uzun senelerdir felsefe bölümünde hocalık yapıyorsunuz ve hatta bir felsefe bölümünün kuruculuğunu da üstlenmiştiniz. Ayrıca bu felsefe bölümü birçoklarına göre Türkiye’deki felsefe bölümlerine alternatif bir felsefe programı sunuyordu, sizce bir felsefe talebesi hangi kitapları okumalı ve hangi kitapları bir geleneğe uygun şekilde hocasıyla okumalıdır?

Ben philosophos terimini aynı zamanda bilge sevgisi şeklinde anlayanlardanım, çağın insanlık kavrayışı bu terimi her ne kadar bilgelik sevgisi şeklinde anlamaya yönlendirse de… Kanaatimce sofosu olmayanın filosofos olması mümkün değildir. Bizim içinde yer aldığımız felsefi söylemin dayanağı Sokratesci gelenek ve onun iki önemli ardılı Platon ve Aristoteles. Bunlar tarihe gömülmeden okunması gereken düşünürler, ki bu sayede zihin yapısı felsefi okuma ve düşünme için şekillensin… Bizde ise Farabi ve İbn Arabi’nin olmazsa olmaz bir değeri var (Arabi yerine S. Konevi geçebilir ama Farabi’nin yerine başka bir isim ikame edilemez). Kavram dünyamızın kaynakları bu iki düşünür ki birbirlerini tamamlar niteliktedirler. Bu dört düşünür hakkında konuşmadan Türk felsefecisi olmak eksik kalır zannımca. Okunması gerekenler bu düşünürler bilindikten sonra sıralanabilir. Bunlar da mutlaka bir hoca ile okunmalıdır. Mesela Farabi’nin Medine’si ile S. Konevi’nin Miftah’ı bir rehber eşliğinde okunmalıdır. Sonrası kişinin kendi yönelişidir.

Bugün Türkiye’de mayası Anadolu’da tutmuş bir felsefe geleneğinin varlığından söz edebilir miyiz? Ya da bu mümkün mü, mümkünse referansları nedir, nerededir?

Vahdet-i Vücud Anadolu’nun felsefe geleneğidir. Felsefi düşünce ve vahdet-i vücud birikimine vakıf olanlar bu düşünceme hak verecektir. S. Konevi’nin Miftah’nı, İbn Arabi’nin Füsus’unu, Attar’ın Mantık’ını okuyanlar, felsefenin tek bir yöntem ve söyleme mahkûm olmayan düşünce serüveni olduğunu dikkate aldıklarında başka türlü bir yargı vermeyeceklerdir. Ancak her geçen gün klasiklerimize yabancılaşıyoruz ne yazık ki…

Çağdaş Türk düşüncesinin modern dünyaya sunabildiği evrensel bir tekliften söz edebilir miyiz? Özellikle ahlak ve siyaset felsefesi açısından?

Modern dünyaya ahlak açısından sunabileceğimiz şeyler olduğunu düşünüyorum. Bizim evrensel değerlerimiz dendiğinde, isimleri aklımıza gelenlerin özellikle yaşama felsefesi başlığında emsallerinden öte bir söylem gücüne ve içeriğe sahip olduğunu zannediyorum. Bodrumundaki hazineden habersiz fukaralar olarak komşunun bahçesinde işçilik ediyoruz. Hatamız dini düşünce, ortaçağ düşünürü, skolastik vs. etiketi ile rafa kaldırdıklarımızı okumamak ve anlamaya çalışmamak. Eğer ilkçağ Yunan felsefesinin, yeniçağ Batı felsefesinin nereden ve nasıl neşet ettiğini hatırlarsak söylemeye çalıştığım şey daha iyi anlaşılacaktır.

Bir felsefe dili olarak Türkçe’nin ‘felsefi imkânları’ hakkında ne söylemek istersiniz?

Hangi Türkçe? Şimdi birçok Türkçe oluştu ne yazık ki. Şöyle ifade edeyim sualinizin cevabını: A. Hamdi Tanpınar’ın eserlerinin birinci baskılarında kullanılan Türkçe her bakımdan ifade kudretine ve maharetine sahiptir. Arapça ve Farsça ile sınanmış, onlardan alacaklarını alıp dini düşünce ve dua dili olabilmiş bir Türkçe var elimizde. Niyazi Mısrî’in dile getirişlerinde ikmal olmuş bir Türkçe. Başlangıçta belki 80- 100 kelimeyi sözlükle kazanıp sonrasında şiiriyetine, efsununa dahil olunacak bir Türkçe. Türkçe imparatorluk dilidir, onu siyasetçi, şair; İstanbullu Rum, Ermeni, Musevi, Acem tüccar vs. konuşmuş ve inşa etmiştir.

Türkçenin felsefecisi ile kudretli bir felsefe dili olacağını söyleyeyim. Çünkü Arapçayı felsefe dili yapan o dille felsefe yapan Farabi’dir. Dil imkândır, onu düşünüşleri ile felsefi söyleyişe kavuşturacak olan düşünürdür. Kim neyi düşündü de Türkçe söyleyemedi? Türkçe söyleyemedi de gitti başka bir dilde söyledi mi? Birililerinin kendi dilinde düşünüp söze büründürdüğü bir tasavvuru Türkçeye çevirememek ayrı bir konudur. Aynı şeyi Türkçedeki bir kavramın başka bir dilde karşılanamaması gibidir. Bu konuda yapılması gerekenlerin biri yurt dışı doktora programı ile ilgili olup şunlar titizlikle tahakkuk ettirilmelidir: a) yeterli seviyede Türkçe bilenlerin gönderilmesi b) diploma intibakı önşartı olarak yabancı dilde yazılmış tezlerin Türkçeye çevrilmesi ve c) tezlerin daima batı düşünce dünyasına dair olmasını şart koşmaktır. İngiltere’de Farabi, Fransa’da İhvan-ı Safa çalışmanın kıymet-i harbiyesi nedir?

Sizce Anadolu’nun mayasını oluşturan, düşünce dünyamızı, felsefe evrenimizi şekillendiren ilk kaynaklar nelerdir, kimlerdir ve biz onlara bugün ne borçluyuz?

Bugünün karakteristiklerinden yola çıkarak geçmişe iz sürmek gerekiyor. Yani aktif bir surette bugünümüzü hangi anlayışlar, ilkeler, yargılar, kabuller belirliyor sorgusu ile başlayıp kaynakları belirginleştirmek lazım. Kolay bir iş değil bu. Bin yılın muhasebesini yapmak manasına geliyor.

Biz belli bir dini anlayışı yaşıyoruz; bir siyasal işleyişi, bir ahlakı pratik ediyoruz, belli şeylerden haz alıp beğeniyoruz. Belli ideallerimiz var ve takdirimizi belli şeylere yöneltiyoruz. Bütün bunları kucaklayan kavram hakikatte dünya görüşü… Bizim bir dünya görüşümüz var. Dünya görüşü hakkında konuşmak kolay değildir. O içine girdiği kabın şeklini alan su gibi intibak kabiliyetine sahiptir, hayatın her durumu için işlerliği olan ilkedir, bizi başkaları ile hem benzer hem de farklı kılabilendir. Sıradan bireyle seçkini buluşturabilen, iletişimini sağlayan birlikte hayat sürmemizi mümkün kılan ‘dünya’mızdır. Dünya görüşü geçmişin bugüne ulaşabilmiş kısmı olduğu gibi aynı zamanda gözünü yarına dikmiş, yarını da bizim için bilinir kılandır. Anlam dünyamız, eylemlerimizin belirleyicisi ilişkilerimizin varoluş ortamıdır. Fakat bu kadar çok ‘şey’ olan dünya görüşü/dünya kavrayışı gösterilemez, hakkında konuşulmaya başlayınca yabancılaşır. Dışına çıkıldığında fark edilebilir ancak. Onu bir kıyafette, bir ezan sesinde, içtiğiniz çorbada, cenazede, düğünde, evlenmede, ölüm merasiminde yaşarız. Ama yaşarken fark etmeyiz, başka dünya görüşü ortamına girdiğimizde fark eder ‘bizde…’ diye başlayarak onun bilincine varırız. Anadolu’nun doğusundan batısına adeta ton farkı ile hissettir kendisini…

Şimdi bu sözünü ettiğimiz, hayatımızı içinde sürdürdüğümüz dünya görüşünün oluşturucuları neler ve kimlerdir? Elbette her toplumda karşımıza çıkan benzer kurum ve şahıslardır. Kurumlar ve şahıslar benzerdir ama dünya görüşleri aynı değildir. Bu hem zamanın hem de ferdin şartları ile özelleştiği gibi, öteden beri gelen şahıslar ve kurumlar vasıtasıyla taşınanlar sebebiyle de farklıdır. Önce kurumlardan söz edelim, toplumsal harcımızı oluşturan dindir. Ancak dini kendisine göre yaşadığımız peygamber, sahabe, müctehid imam, zahit, sufi, veli, imam, derviş belli bir kavrayışta öbeklenmiş görünür. Bu anlayış iktisadi hayatı icra ediş için gerekli düzenlemeden, eğitim hayatını şekillendiren anlayışlara kadar kuşatıcıdır.

Diğer taraftan bu dünya kavrayışını şekillendirenlerden öteki ile birlikte yaşayış da önemlidir. Hemen her beldede heterojen bir toplumsallık pratiği söz konusu olmuştur. Şehirlerimizde daima üç dinin mensubu binyıl boyunca varolmuştur.

Eğiticilerimiz ve eğitim kurumlarımız da bu anlayışın oluşturucularındandır. Binyılın eğiticisi tekke ve medresedir. Biri diğerine kapalı değildir. Meslek sahibini de, müdderrisi de askeri de tekke ve medrese şekillendirmiştir.

Bu dünya görüşünü bazı kurumlar üzerinden de sezebiliriz. Mesela aile, -aileye mahsus yer, aile var, aile şerefi, baş göz etmek, abşını bağlamak, dünya evine girmek vb. deyişleri ve bunların pratikleri düşünülsün. Aynı şekilde ordu/asker, asker ocağının kıymeti, nefer olmak, paşa olmak… Bunlara devlet, vatan, millet, hoca, cami, veli, öğrenci(talebe) vb kavramları ekleyebilirsiniz. Dünya görüşü bu ve benzeri kavramların, bu kurumların mümkünse mukayese edilerek anlaşılması ile fark edilebilir.

Şimdi kaynak nedir ve kaynak eserler nelerdir denince, önce insan diyeceğim. Asıl kaynak eserden önce insandır. Ete kemiğe bürünmüş hali olmadan hiçbir anlayışın kalıcı olması düşünülemez. Anadolu’yu özellikle 11. asırla birlikte başlayan iki asırlık süreçte yurt tutanlar belli bir dünya kavrayışının oluşumuna dönüşümüne imkan sağlamışlar. Anadolu’nun söz konusu asırlardaki toplumsal yapısı henüz diğer Müslüman coğrafyalardaki gibi yorgun değildir. Anadolu’yu şekillendirenlerin biraz talihidir bu… ya da öngörüleri. Diğer taraftan tasavvufi düşüncenin Anadolu’ya akması ve orada hüsnü kabul görmesi de o coğrafyada yaşayanların talihidir her halde… ya da talepleri. Buna takdir de diyebilirsiniz. Anadolu’ya önce kitaplar değil kendisi kitap olanlar gelmiştir. Satırları değil sadırları yazılı ve herkesin bildiği dille okuyabileceği kelam ile yazılmış kitaplar bunlar…

Haklarında çok az şey bildiğimiz kolonizatör sıfatı ile maruf kişilerden söz ediyorum. Bunlar bir dünya görüşünün varolabilmesi veya geçerlilik kazanabilmesi için temel hangi toplumsal birimlere ihtiyaç duyulduğunu çok iyi özetliyor… Abdalan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Ahi Evran. Şimdi Abdaldan-ı Rum ilim-hikmet; kitap ve kitabın yetiştirdiği, belirlediği her şey, Gaziyan-ı Rum; devlet, ordu, asker, fetih, Bacıyan-ı Rum; aile ve dolayısıyla her ferdi çocukluğundan başlayarak kuşatmak, Ahilik ile de iktisadi hayat, toplumun düzeni. Bunlar aynı dünya kavrayışının, hayatın temel birimlerine istikamet veren kurumları/bireyleri. Dört koldan tekbir dünya kavrayışının topluma zerkedilişi. Kaynak insan. İki manada da. Kaynağımız insan, kaynaştırdığımız insan, kaynaştırıcı insan. İnanmış bir kişiden daha tesirli ne olabilir ki? Kitap ölüdür, o ancak bir insanda ve insanla dirilir. Bu değerlendirme, kitaba ve yazmaya karşı bir duruş değil… Asıl kaynağın her zaman insan olduğunu nazarda tutmak için.

Anadolu’da şekillenen milletin din yaşayışını tekke ve tasavvuf dünyasının çokça etkilediği malum. Fakat bu etkileyişte belli bir takım sufi anlayışların, önderlerin diğerlerine baskın olduğu da aşikar… Özellikle havas üzerinde Mevleviliğin, Ekberiliğin, belli bir süre sonra Bayramiliğin, Bektaşıliğin diğerlerine baskın olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde geleneğin otorite isimlerinden Gazzali’nin, F. Razi’nin hem cami çevresinde hem de müderrisler indinde etkili olduğu da biliniyor. Ahali ise arif ve veli tabir ettiği kişilerle bu dünyaya eklemlenmiş. Kısacası uylaşım sağlanmış hikmetin hayata intibakı diyebileceğimiz bir devre başlamıştır.

Tasavvuf ile felsefenin ilişkisini nasıl anlamak durumundayız? Bunlar birbirlerine kaynaklık edebilirler mi?

Tekkeden ayrı haliyle tasavvuf felsefeden başka ne sayılabilir bilmiyorum. Özellikle ortaçağların felsefe dendiğinden ziyadesi ile meşgul olduğu iki mevzu tanrı ve varlıktır. Bunların nasıllığı ve ilişkisi, iki temel problem alanını oluşturur ve diğer tüm konuşulanlar buradan neşet eder. Şimdi bu genel yargıyı mesela Farabi üzerinden özelleştirelim ve bütün eserlerine yaygınlaştırmaksızın Medinetü’l-Fazıla’sına yoğunlaşalım. Bu bir felsefe eseridir zira felsefi düşünceden beklenen kendi bilme çabası ile değerlendirme yapma, varlığı en genel haliyle kavramaya ve varolanlara buradan yola çıkarak bir anlam yükleme, eserde karşılaştığımız bir husus. Aynı şekilde felsefenin bilmek ve eylemek konusundaki iki disiplinine bu varlık anlayışı ile izah getirme de eserin münderecatından… Kısacası eserde bulacağımız, hayatı nasıl yaşamalıyım sorusuna varlıktan başlayarak cevap bulmaya çalışmaktan başka bir şey değil…Tasavvuf denilen alanın bu sorudan başka bir şeyle uğraştığını düşünemeyiz, hatta hassaten bu soruyu esas alan bir düşünme ve yaşamadır tasavvuf (tekke hayatını ve düşüncesini ayrı düşünüyorum).

Tıpkı 20. asrın varoluşçularının yaptığı gibi. Şimdi bir alanı diğer alanlardan ayıran şey konusu ve yöntemidir. Konuları aynı, yöntemleri farklı veya tersi yöntemleri aynı konuları farklı alanlardan bahsedebiliriz. Genel haliyle bilimsel yöntem denilen deney-gözlem ve tümevarım bileşiminin esas olduğu bilgi elde etme yolu kendisine bilim denilen bütün etkinliklerin yöntemidir ve onlar bunu kendi alanlarında uygulayarak farklılaşırlar. Hatta sosyal bilimler dahi bu öykünme içinde işler. Felsefede ise konu aynı yöntemler farklılaşır. Hatta yeni bir sorgulama yöntemi geliştirmiş olmak seçkinleştirir düşünürü. Analitik felsefe, fenomenoloji felsefesi, Hermenötik felsefe, pragmatik felsefe vs. benzer konularda farklı başlangıç ve sorgulayışlar yapmaktır. Tasavvuf denilen alan da bu tip bir anlama ve yaşama alanıdır. Elbette bir kısım analitikçilerin felsefe yapmayı sadece kendilerine mahsus görmeleri gibi bazıları da tasavvuf denilen alandaki anlama ve açıklama çabalarını felsefe olarak kabul etmemeleri felsefenin tanımak zorunda olduğu özgürlüktür. Ancak her zaman şunu vurgulamak ihtiyacı hissediyorum: Felsefenin tarifi değil, tasviri vardır. Bu durumda tasavvufun felsefi düşünce için kaynak olup olmaması diye bir sorun olamaz. Hatta bizim düşünce iklimimizde tasavvuf üst felsefe/aydın söylemidir. Bu çağa intikal eden -özellikle felsefe dışındaki- eserlerin üslubuna dikkat edilsin bu hemen kendini hissettirecektir. Edebiyatın varlık telakkisi vahdeti vücut, ideal insan telakkisi insan-ı kâmil, güvenilir bilgi kaynakları keşf ve ilhamdır. (Felsefe ve tasavvuf ilim kurumu medresenin resmi programında yoktur. Medrese ilim dendiğinde bu iki disiplini nazara almamış görünüyor. Çünkü bunlar ferdidir.)

Türk felsefecisinin tasavvuf birikimine açılması fevkalade düşünce ürünleri ortaya çıkaracaktır. Özellikle Ekberi düşünce bu çağın ihtiyaç duyduğu bir takım sorunlara kaynaklık edecek birikime sahiptir. İnsanın özgürlük ve özgünlük arayışının iç dünyasını inşa ile nasıl gerçekleşebileceğinin tahlili bu gelenekte mevcuttur. Hatta düşünce tarihimizin Ekberî düşüncede karakterize olan vahdet anlayışının kurbiyet kavrayışına nasıl dönüştüğünün takibi, beraberinde problemlerimizin nüksedişine ışık tutacaktır.

Yorumlar

Müfîd Ne Demektir?

İfâde eden, meramı güzel anlatan. Mânalı, mânidâr. Faydalı, faydayı mucib olan. Mütâlâsından istifade olunan.