NURETTİN TOPÇU VE ÖĞRETMENLİK

Muallimlerin en mukaddes görevi medeniyet kurucu bir nesil yetiştirmeleridir.

Ruhumuzun sanatkârı hayatımızın nazımı olan muallimin aramızdaki yerinin yüksekliğini, vazifesinin geniş ruhi mesuliyetinin pek ağır olduğunu maalesef gençlere değil, bugün muallimlere hatırlatmak lüzumunu duyuyoruz. Böyle bir sınıfın, ancak ideal birliği ve mesuliyet idraki tanıyan bir sınıf halinde kurulmamış olduğunu söylerken, muallimin sahip olacağı büyük rolün ehemmiyetini hatırlatmak gerekir.
Şu halde mesele her şeyden evvel bir nesle onu bu hakikate meftun kılacak aşkı aşılamak meselesidir. Bulgar papazı nasıl köy köy dolaşarak Bulgar köylüsüne hem muallim, hem doktor rolünü yapmak suretiyle milletin bir benlik içinde kurulmasını temin ettiyse, bizim de münevverlerimizin Anadolu çocuklarına kim olduklarını ve niçin yaşadıklarını tanıtmaları gerekir. Muallimlerin böyle bir işe başlamak suretiyle medeniyet kurucu insan kabiliyetlerini aşılamaları en mukaddes vazifedir. Muallim tüccar değildir. Maaş ve ücretinin azlığı, çokluğu davası için mesleğe kıymet veren insan bu mukaddes vazifeyi yapıyor sayılmaz. Böyle mukaddes bir iş, mektepçiliği ticaret edinen, muallimliği esnaflık haline koyan kültürsüz fukaranın işi değildir. Bu para değil ruh işidir. Muallimleri maaş derecelerine göre tasnif etmek ne kadar budalaca bir hareket olursa bulunduğu mektebin derecesine göre muallime kıymet vermek itiyadı da o kadar safiyane ve o kadar muzır bir itiyattır.

Devletleri ve medeniyetleri yapan da yıkan da muallimlerdir.

Muallim sadece bir memur değildir; belki genç ruhları kendilerine mahsus manadan bir örs üzerinde döverek işleyen bir demircidir, kendisine verilen vazifeyi gözlerini kapayarak yapan, programı müfredatını sene sonuna kadar bitirmeye muvaffak olan, hatta yalnız dersini hakkiyle kavrayan talebe yetiştirebilen muallim vazifesinin en mühim kısmını başarabilmiş sayılmaz. Biz on, on beş yıllık bütün çocukluk ve gençlik devresinde ruhlarının teşkilini kendilerine emanet ettiğimiz muallimden sade bu işleri beklemiyoruz. İlk tahsil çağlarından başlayarak, bilhassa edebiyat, felsefe, tarih gibi kültür derslerini, dünya hayatında rol yapmaya namzet olan genci kâinat karşısında kendine mahsus görüşlere sahip, bizzat kendisi için hayat kaideleri yaratabilen bir bütün insan olarak yetiştirmesi lazımdır. Muallim ruhlar sanatkârıdır. Hiç işlenmemiş ruhlar üzerinde onun lüzumunu daha aşikâr bir şekilde görüyoruz. Ruhu faziletle ışıklara ulaştıracak muallimi seferber etmek lazım geliyor. Ruhların mürşidi, hayatın nazımı ve istikbalin en emin kefili olacaktır. Muallime en üstümüzde yer vermeli ve onu en büyük mesuliyete sahip bir ideal adamı haline getirmeliyiz. Farkında olsun olmasın, her ferdin şahsi tarihinde muallimini izleri bulunur. Devletleri ve medeniyetleri yapan da yıkan da muallimlerdir. Muallime değer verildiği, muallimin hürmet gördüğü ülkede insanlar mesut ve faziletlidir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür, alçalmıştır ve şüphe yok ki bedbahttır. “Babam beni gökten yere indirdi. Hocam beni göğe yükseltti” diyen İskender muallimi anlamıştır. Muallim, sade zekâların değil, beşaretimizin, ibadetlerimizin müjdecisidir.

Anadolu’ya yerleşen oğuzlar başlarında Nizamımülk gibi bir muallimi buldular.

Medeniyetler muallimlerle kuruldu. Çin dünyasının kurucular hâkimlerdi. Mezopotamya medeniyetinin ilk sahipleri pateslerdi. Büyük Yunan medeniyeti; meydanlarda, pazarlarda gençlere muallimlik yapan feylesofların eseri olmuştur. İslam, medreselerinin çatısı altında üç kıtaya hükmetti. Rönesans, üstatların yükseltildiği devirdir. Alman birliğinin kuruluşunda muallimin ön planda rolü olduğunu biliyoruz. İstiklal harbimizde, cepheye sırtında gülle taşıyan köylü kadın kadar istilanın acısını damarlara aşılayan muallimin rolü büyük olmuştur. Peygamber ilk muallimdi. Öğreten o, inandıran o, yürüyen o idi. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş, devleti mektep haline getirmişti. Sonraki devirlerde bu ikisi ayrı olmakla beraber; birbirlerine sımsıkı teması muhafaza ettiler ve devlet adamı muallimin emrinde bulunduğu müddetçe cemaat ikbal halinde yaşadı. Muallimin, devlet adamının bendesi olduğu zaman, cemaat bozuldu, felaketler baş gösterdi. Anadolu’ya yerleşen oğuzlar başlarında Nizamımülk gibi bir muallimi buldular. Gerçekten bir büyük muallim olan bu vezir, Anadolu’ya gelişin ruh ve manasını, ahlakını ve devamının şartlarını nesilden nesillere telkin edecek muallimleri, Bağdat’ta açtığı nizamiye medresesinde topladı. Daha sonra bu devlet binasının çatısını kuran Osmanlılar, muallimi baş tacı yaparak yükselmesini bildiler. Padişahlar, şehzadelerini muallime emanet ederler ve onların ruh yapılarını her bakımdan hocalarına teslim ederlerdi.

Muallimin yükseltildiği devirlerde medeniyet ve ahlakın zirvelerine tırmanılmıştır.

Orhan’ı yetiştiren Fatihi cihanda harika bir manevi olgunluğa sahip kılan muallimlerdir. İkinci Murad, mürşidine teslim olmuş bir zahit, yalnız âlimin önünde eğilmesini bilen, ilimde ilahi emri duymuş, muallimin mesuliyetlerin hürmeti bilmiş kılıcının olduğu kadar ruh dünyasının da bir kahramanı idi. Dünyaya söz geçiren hükümdar, yalnız müftüsüne itaat ediyordu. Âlimim atının ayağından sıçrayan çamurun bile şeref olduğunu kabul ediyordu. Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlakın zirvelerine tırmanmış, muallimin alçaltıldığı devirlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır. Muallimin alçaltılması, onun devlet emrinde bir bende haline getirilmesiyle başlar. XVII. Asırdan beri, şeyhülislamların birçoğu, devlet siyasetinin telkiniyle fetvalarını vermeye başladılar. Gaye, hükümdara yaranmak, vasıta ise ilim ve şeriat oldu. Zamanla medrese istiklalini kaybederek, tamamıyla devletin eline geçti. Müderrisler, devlete ait menfaatlerin simsarı oldular. Devlet siyasetini güdenler bu mevkilere getirildi. Sonra da daha beşikte iken ulema denen sabilerin başına sarık sarıldı. Nihayet sonuncusu, muallimliğin meslek halinden çıkarılması oldu.

Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır.

Muallimin mesuliyeti çoktur ve cemiyet hayatının her sahasına uzanmaktadır. Bir memlekette ticaret ve alışveriş tarzı bozuksa bundan muallim mesuldür. Siyaset, milli tahini çizdiği yoldan ayrılmış, milletinin tarihi karakterini kaybetmişse, bundan mesul olan yine muallimdir. Gençlik avare ve davasız, aileler otoritesizse bundan da muallim mesul olacaktır. Memurlar rüşvetçi, mesul makamlar iltimasçı ise muallimin utanması icap eder. Din hayatı bir riya veya taklit merasimi haline gelerek vicdanlar sahipsiz ve sultansız kalmışsa bunun da mesulü muallimlerdir. Yüreklerin merhametsizliğinden, hislerin bayağılığından ve iradelerin gevşekliğinden bir mesul aranırsa; o da muallimdir. Yalnız kaldığımız yerde yalnızlığımızın mesulü o, imanların zayıfladığı devirlerde bu gevşemenin mesulü yine onlardır. Bu kadar yükü muallime yüklemek, ilk bakışta fazla gibi görünüyor; ancak hepimizin ruh yapısının muallimin elinden çıktığı düşünülürse bu hiç de yanlış değildir.

Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar bize sunar: biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhumuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır.

Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik davası biter.

Muallim, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde, buna tahammül etmesin bilen, tahammül etmesini seven idealcidir. İdealini düşmanları karşısında bile bunlara “beddua et” et diyenleri, “hayır ben beddua için gönderilmedim” diye susturarak, “bir gün gelecek bunlar davamıza en büyük hizmeti yapacaklardır” diye tebşir eden rahmetler müjdecisidir. “Kime karşı olursa olsun, her düşmanlık, mutlaka kendimize düşmanlıktır” itikadını kalbimize muallim sokabilir. Bu yolda adanmış bütün bir hayat ister. Ve bu yol, yolcularını saadet kıblesine götürür. Gandi, İngilizlere karşı kinini unutmak için, oruç ibadetine senelerce nefsini adadı. Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik davası biter. Muallim, daima muvaffakiyetsizliğinin, zaaflarının sebebini arayarak kendini düzeltmeye çalışmalıdır. Yine Gandi, talebelerinde hata görürse, bunun sebebinin nefsindeki kifayetsizlik olduğunu kabul ederek oruç tutuyordu. Muallim, kaderinin karşısına çıkardığı engellerle mücadele ederken sonuna kadar nefsinde fedakârlık yapmayı göze alabilen cesur insan olmalıdır. Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. İdeale istediğimiz kadar, hatta bizden istenildiği kadar örnek olmak mecburiyetindeyiz. Muallim halk gibi, her yaşayan gibi yaşayamaz. Herkesin sevinip güldükleri gibi gülmemize “bizim bilmediklerimiz” manidir. Peygamberimizin (s.a.v) bunu pek güzel anlatan bir sözü vardır. “Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız ve zevklerinizi yapamazdınız.” Ruhumuza aşılar yapan doktor olarak muallim, ruh dünyamızın hem duygu, hem bilgi, hem de irade bölgelerinde tedavisini ve aşılarını yapmaya mecburdur. Şayet bunlardan bir kısmını ihmal edilirse ruhi yapı buhran içinde kalır, sayıklar ve kendine gelemez. Duygular sahasında eğitim en küçük yaşta başlayacaktır. Kalbe yapılan ilk aşı, merhamet aşısıdır. Sonra, hemcinsini sevmek ve sevdiği için aldatmamak, ihmal etmemek aşıları yapılır, cemaat sevgisi verilir. Böylece aşkın terbiyesinden sonra ferdin şahsiyeti işlenir her hareketinde kendinin olma, kendi kendine bağlı kalma aşıları verilir arkasından mesuliyet duygusu gelir ve fert bu köprü vasıtasıyla hareketlerinin âlemine aktarılır.

Görülüyor ki muallim, bizim bütün ruh yapımızın sanatkârıdır. Böyle olunca da ondaki tüm sakatlıkların hepsinden mesuldür.

Muallim, ruhların sahibidir. Hakikatte doktorumuzdur, disiplin kurucumuzdur.

Eğer bir cemiyette alış veriş pazarlıkla yapılıyorsa, çocuklar bir birlerini yumrukluyor, her biri birer baba olan büyükler birbirlerinden rüşvet alıyorsa, insanların imanına inanmayanlar saldırıyor ve inananlar da birbirinden intikam alıyorsa, eğer fazilet tarih kitaplarında bir efsane olarak okunuyor ve ancak en büyük lokmayı kazanmasını bilen insan yüceltiliyorsa, mazlumların yanında onların gözyaşlarını kurulayan da bulunmadığı halde zalimler alkıştan sağırlaşmış hale geliyorsa… Eğer, çocuklar büyüklerden daha kurnaz, yaşlılarsa çocuklardan da daha ümitsiz bir hayatın kurbanı haline gelmişlerse… Orada muallim vazifesini yapamamıştır. Orada muallim yok demektir. Ve o diyarda muallimlik iflas etmiştir. Muallim, yalnız ruhların sahibidir. Lakin davasının ulaştırabildiği neticelere bakılırsa görülür ki o, hakikatte doktorumuzdur, disiplin kurucumuzdur, toplum düzenimizin bekçisidir, ekonomik münasebetlerimizin düzenleyicisidir ve siyasi yaşayışımızın üstadıdır. Zira bunların hepsinden o, haberi olsa da olmasa da mesuldür. Karakterlerdeki muvazenesizliğin, medeni terbiyedeki düşüklerin mesulü yeni odur. Biz kibirli isek o mesul, biz sabırsız ise yine o mesuldür. Biz bütün bunlardan habersiz isek yine o mesuldür.

Muallimin millet ruhunun yapıcısı olduğuna inanmayan bir zihniyet muallimi basit bir memur kadrosu haline koyar.

Demek ki bize mesuliyetin ne olduğunu bilen muallim lazımdır. Bu muallim sabrın üstadı, ilmin hakikat olduğu için hayranı ve ruhlara hakikat tohumlarını ektikten sonra, onlardan feyz almanın değil de, onlardan mesul olmanın aşığı, hizmet ehli ve sonsuzluğa imanın sahibi olan insan olacaktır.

Muallimin sahip olduğu bu mesuliyetle içimizde en fazla hür olan insandır. Muallim çalışmasını idari ve siyasi endişelerle kayıtlandırmak, öğretim idealine emirle dışarıdan yön vermek istemek, onun yapısı bakımından hür olan şahsiyetini budamak, kısırlaştırmak ve ölüme mahkûm etmektir. Kültür ve maarif hayatında böyle bir sefaleti yaratmamak için öğretim ve eğitim çalışmalarında muallimin mutlak hürriyeti tanınmalı, sadece bu hürriyetin kötüye kullanılmaması devlet tarafından dışarıdan ve muallim hürriyetini asla zedelemeden kontrol edilmelidir. Maarif demek muallim demektir. Milli Eğitim Bakanlığı sadece onu düzenleyici bir cihazdan başka bir şey değildir. Kitap, program, imtihan ve bütün öğrenci meselelerini çözümleyecek olan bir milletin muallim ordusudur. Bu işlerin bakanlık teşkilatı tarafından tepeden idaresi muallimin ilmi ve fikri hürriyetinin inkârı, bu hürriyetin adeta köleleştirilmesidir. Muallimi bu karakteriyle tanımayıp onun millet ruhunun yapıcısı olduğuna inanmayan bir zihniyet muallimi basit bir memur kadrosu haline koyar ve her taraftan çiçeklenecek kültür ağacını kökünden baltalar.

Müfîd Ne Demektir?

İfâde eden, meramı güzel anlatan. Mânalı, mânidâr. Faydalı, faydayı mucib olan. Mütâlâsından istifade olunan.