PROF. DR. İHSAN FAZLIOĞLU |
Sizce münevver/aydın/entelektüel kimdir? Bu kimliğin oluşumunu, yeniden üretimini ve pekişmesini sağlayan roller nelerdir?
Soru hem zor hem de uzun; biraz da karışık... Çünkü bir muhataba soru sorulurken yönlendirmeye yol açacak ön-önermelerle malûl... Yine de sorunuzu çözümleyerek sırayla ilerlemeye çalışalım.
Her kavram belirli bir düşünce uzayında ve bu uzaydaki vektörel ilişkiler içinde anlamlıdır. Bu nedenle soru konusu kıldığınız sözcükleri Türk kültür uzayı içinde ele almak, söyleşinin maksadı açısından daha doğrudur diye düşünüyorum. Ayrıca bu tür sözcüklerin mefhumlarını daha iyi idrak etmek için kökenlerini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Öncelikle münevver klasik Türkçenin aydında çağdaş Türkçenin sözcüğü olarak görülebilir. Bilindiği üzere münevver, nur aydın da ay kökünden gelir. Ancak hem münevver hem de aydın edilgendir; kısaca nurlu, ışıklı, aydınlanmış olarak çevrilebilir. Şunu sorabiliriz: Aydınlanma eylemini gerçekleştiren yani aydınlatan ışığın kaynağı nedir? Bir benzetme ile: Ay ışığını güneşten alır ve aydınlanır; öyleyse münevver ile aydının güneşi nedir? Bu sorunun yanıtı hem genel düşünce uzayı hem de yukarıdaki ayrıma sadık kalınarak Türk düşünce uzayı içinde verilebilir. Bunu şimdilik bir kenarda tutalım…
Öte yandan, sözcüğün anlama ilişkin kökeni yanında mefhumî/kavramsal kökenine, dolayısıyla tarihî gelişimine bakılırsa, ayrıntıya boğmadan, aydınlanma köklerini Yunan ve Helenistik kültürde bulan Hristiyanî bir kavramdır. İlkece maddenin, dolayısıyla dünyanın karanlık olduğu kabulüne dayanır; karanlık kabulü hem ortaçağ hem modern çağ hem de içinde yaşadığımız çağdaş durum için hâlâ geçerlidir; değişen sadece aydınlatan ışık yani kaynaktır. Ayrıca, insan da hem maddeye bitişik olması hem de ilk günah nedeniyle karanlığa gömülmüştür; onun da aydınlanmaya ihtiyacı vardır. Kanımca, İslam temeddünü, Tanrı’nın estetik yaratımı (masnûat) olarak ne maddeyi ne insanı karanlık kabul etmez. Elbette burada ontolojik anlamda bir karanlıktan bahsediliyor; yoksa mecâzî anlamda cehalet vb. değil… Bu çıkarımın ayrıntılarına girmiyorum ve bunu da bir kenarda tutuyorum…
İmdi, her temeddün hareketinin kendine has ilkeleri ve yöntemleri vardır; bu ilkeler ve yöntemler çerçevesinde hem geçmiş hem de çağdaş deneyimleri tevarüs, temellük, temessül ve en nihayet ihtiyaç hâsıl olduğu için tercüme eder ve kendi bilgi dağarcığının bir ögesi hâline getirir. Bu temelde bilgiyi ve o bilgiyi üreten kişiyi tanımlar; toplumsal bir yer tayin eder; adlandırır; işlevini ve amacını belirler. Buna göre yine ayrıntıya girmeden şu söylenebilir: Aydınlar, Batı Avrupa’da dinî–ilmî-felsefî-siyasî bir dizge olarak Kilise’nin yerini alan kapitalist-emperyalist–pozitivist yaşam görüşününrahipleri olarak yükselmişlerdir. Aydınlanma hareketinin taşıyıcıları olarak, iletişim, bildirişim ve ulaşım yollarının gelişmesini ve basım tekniklerinin yaygınlaşmasını değerlendirerek, ayrıca akademik statülerini kullanarak etki alanlarını genişletmişlerdir. Başka bir deyişle, karşılıklı etkiyi unutmadan, aydın denilen yeni rahip, yeni dizgenin bir görevlisidir; hem onunla var-olan hem de onu var-eden olarak…
Yanlış anlaşılmamak için şu noktayı vurgulamama izin veriniz: Bahsettiğimiz konuların kendi doğal çevresindeki ve uzayındaki meşruiyeti ayrı bir durumdur; ithal edilen çevredeki meşruiyeti ise başka bir durum… Her iki halde de durumu önce tespit ederiz; sonra eleştiririz; elden geçiririz. Bunun için bir ölçüte, kıstasa ihtiyacımız var; neye göre eleştiri… Benim ölçütüm 1040’dan itibaren “Bu Millet”in yaşadığı en geniş anlamıyla ve tüm içeriğiyle tarihî tecrübedir. Bu çerçevede kendimi ne münevver ne de aydın olarak görüyorum. Münevver ve aydın anlamında kullanıldığında entelektüel olarak da kabul etmiyorum; ama Intellect’e nispetle entelektüel sözcüğü tercih edilebilir illâ böyle bir zorunluluğumuz var ise… Kendimi daha çok bilgi ile uğraşan anlamında bilgin olarak adlandırmayı tercih ederim; buna bağlı tüm diğer adlandırmalar ve unvanlar ikincildir kanaatimce…
Bazı yazılarımda vurguladığım gibi bir milletin faslı/ayrımı o milletin tarihî tecrübesidir; öyleyse Türk kültür uzayındaki diğer her şey Türk milletinin tarihî tecrübesine nispetle anlam ve değer kazanır. Bu ilkeler çerçevesinde Türk tarihî tecrübesi açısından bakıldığında münevver ve aydının, büyük oranda bu toprakların çocuğu olmadığını düşünüyorum. Münevver ve aydının kimliğinin oluşumunu, yeniden üretimini ve pekişmesini sağlayan roller de ona verilen vazifelerdir. Bu açıdan, münevver ve aydın, felsefî anlamda, bırakınız “düşüncenin ayrıcalıklı faili” olmayı, düşünen değil,vazifesini yapan; bir fikre sahip olan değil, bir fikri savunan kişidir.
Fuzulî’nin meşhur beyitlerinden “Işk imiş her ne var âlemde/İlim bir kîl ü kâl imiş ancak” beytine dair kaleme aldığınız kitapta, Fuzulî’nin ilim ile marifet arasında bir ayrıma gittiğinden bahsediyorsunuz. Benzer şekilde âlim ile münevver/aydın/entelektüel arasında belirgin bir ayrım söz konusu edilebilir mi? Şayet belirgin bir ayrımdan söz edeceksek bu tarihin bir anında yaşanan kırılma ile mi söz konusu olmuştur? Yoksa bu tarz bir ayrım a-historik bir hüviyete mi sahiptir?
Biraz önce dediğim gibi her temeddün hareketinin kendine hâs dili, hatta dilleri söz konusudur; sözcükler hem anlamlarını hem de mefhumlarını bu dilin/dillerin ve bu dilin/dillerin tarihî gelişimi içinde bulurlar. İlim, âlim, marifet vb. diğer sözcükler gibi… Fuzulî’nin takip ettiği kendi temedününde zâten varolan ayrımı nazarî dil açısındandır; marifet tikellerin; ilim ise tümelin bilgisidir. İrfanî dil açısından ise marifet doğrudan deneyimle tanımak, ilim ise kognitif tahlil ilebilmektir. Âlim ile münevver, aydın ve entelektüel arasında farklılıklar olduğu gibi hem birleşim hem kesişim noktaları vardır elbette… Ancak bilindiği üzere iki ne-ise-ne arasındaki fark, en özel niteliklerine (ehassu’s-sıfat) göre yapılır. Buna göre düşünüldüğünde ilkece birbirinden ayrı olmakla birlikte şu söylenebilir; âlim, düşünme yanında bir vazife de üstlenirse aydına evrilebilir; ancak sırf vazife ile malul bir münevver/aydın, eğitimini almamışsa âlim olmaz, olamaz… Öte yandan insanî idrake konu olan hiçbir şey a-historik ya da meta-historik değildir; çünkü bizatihi insan tarihîdir; dolayısıyla her eylemi de doğal olarak tarihî olmak zorundadır. Bu nedenle en temel ilke, fasl olaraktarihî tecrübeyi öne çıkartıyorum… Yeri gelmişken, yanlış anlaşılmamak için, kanaatime göre,süreklilik kavramı içinde tarihî olanın en önemli özelliğini söyleyeyim: Gelecek yorumu…