The Fall (Düşüş), Hindu yönetmen Tarsem Singh’in aynı teknik ve felsefi arka planla hazırladığı ikinci çalışması olarak sinema tarihine kaydını yapmış bir film. Singh, belki de Hindu olmasının etkisiyle filmlerinin içerik, üslup ve tekniği için mistik ve gerçeküstü öğelerden verimli biçimde yararlanmayı becerebiliyor. İlk filmi The Cell (Hücre) de olduğu üzere The Fall (Düşüş) da da Tarsem, görüntü ve sanat yönetiminde başarılı oluyor. Hatta Düşüş filmiyle Tarsem, belki de bir daha başka bir yönetmenin ulaşamayacağı bir kademeye yerleştiriyor çalışmasını. Hint, Amerikan ve İngiliz ortak yapımı olan film isminden mülhem, düşüşün kaçınılmazlığı içindeki kaderci eğilimleri, gerçek ile hayali bir masal üzerinden bilinç ve bilinç dışı bağlamında anlatıma çabalayan bir yapım olma özelliği taşıyor.
Çekim ve kurgusu 2006 yılında tamamlanan filmin görsel zenginliğinin kaynağı, Singh’in 4 yıl boyunca tek bir kare için dahi olsa, dünyanın farklı coğrafyalarına uğramış, farklı yapılarını ziyaret etmiş olmasıdır. Bu görüntü akışı hikaye içinde hikaye anlatmaya gayretli yönetmenin tekniğine ve üslubuna müthiş bir özgünlük ve nefis bir seyir zevki katıyor. Ekip çekimler için, Aya Sofya (Türkiye) da dahil olmak üzere Hindistan, İtalya, Güney Afrika gibi ülkelerle birlikte 18 ülke ve 26 farklı mekana uğramıştır.
Film Ne Anlatıyor?
Film 1920’lerin Los Angeles’ında dublör olan Roy’ün film çekimleri sırasında köprüden düşüşüyle başlar. Ana karakterlerden diğeri olan Alexandria ile tanışması hastanede gerçekleşiyor. Alexandria da portakal ağacından düşerek kolunu kırmış, hastanede tedavi altına alınmış Meksikalı, 8-9 yaşlarında bir kız çocuğudur. Bir dublör olarak Roy, yatağa bağımlı bir hayatın sürüklediği umutsuzluğa, sevgilisini filmin başrol oyuncusuna kaptırmasını da ekliyor ve tam bir dilemma içinde, sürekli bir psikolojik düşüş yaşıyor. Roy, bu dilemmadan kurtulabilme umudunu bir türlü yeşertemediği için de daha büyük bir umutsuzluk içine giriyor ve intihar etmeyi düşünüyor. Artık ölüm onun için kesin bir çözümün ifadesi. Alexandria’nın, Roy’un hayatındaki rolü de tam bu noktada devreye giriyor. Roy, anlatacağı hikâye ile onun dostluğunu kazanmayı ve daha sonrasında intiharı için gerekli olan morfini elde edebilmesi için onu kandırmayı planlıyor.
Roy, Alexandria’ya ilk olarak isminden hareketle, Büyük İskender ile ilgili bir hikâye anlatıyor. Hikâye netice itibariyle Alexandria’nın hoşuna gitmiyor. Bundan sonra ise filmin ana temasına yerleşen, görsel sürekliliğe sahip fantastik bir hikâye bizi bekliyor. Etrafında gördüğü ve beğendiği her şeye sahip olmak için insanlara zarar vermeyi ve yoluna çıkan insanları öldürmeyi göze alan Vali Odious’tan nefret eden 6 kahramanın hikâyesidir bu. İkizini Vali Odius ile çatışmada kaybeden Maskeli Haydut, eski bir köle Otto Benga, karısı Vali tarafından kaçırılan Hintli, patlayıcı uzmanı Luigi, doğayla dost ve yanından ayırmadığı sevgili dostu ile gezen İngiliz bilim adamı Charles Darwin ve bir ağaç gövdesinde can bulan, karnında kuşlar besleyen garip Mystic. Hikaye bu kahramanlar üzerinden anlatılırken, Roy’un dilinden, Alexandria’nın hayal gücünden oluşan sentezde her kahraman ikilinin hayatlarındaki isimlerden biri ile eşleştiriliyor. Yani film, bilinç ile bilinç dışının birleşimini aktarmaya çabalıyor bize; hikâye ve kahramanlar yolu ile.
Hikâyedeki mevcut karakterlerin her birinin farklı bir hikâyesi, Vali Odius’la farklı bir hesapları vardır. Maskeli Haydut ikiz kardeşinin ve Odius’un sevgilisini elinden almasının; geçmişte bir köle olan Otto Benga ölen kardeşinin; patlayıcı uzmanı Luigi Vali’nin kendini yalnız bırakmasının; Darwin ölesiye aradığı Americana Exotica adlı kelebeği Vali’nin ona ölü olarak yollamasının intikamı peşindedir. Hikayeye sonradan dâhil olan Mystic ise film ve dolayısıyla hikâye boyu isminin hakkını vererek tüm gizemini korur. Hikâye bu kahramanlarla Vali Odius karşılaşıncaya dek sürer. Son kertede, Vali Odius ve adamları ile karşılaşmalarında kahramanların her biri ölür, Roy kendi hikâyesi olduğunu söyleyerek, yaşamındaki umutsuz bakışını hikâyede herkesi öldürerek yansıtır bize. Hatta hikâyenin sonunda Alexandria’nın Roy olarak hayal ettiği Maskeli Haydut’u Vali Odius’un öldürmesine izin verir Roy. Ancak Alexandria bunu kabullenmez ve sonunda Maskeli Haydut (Roy) un kendini kurtarmasına yardım etmiş olur. Roy hikâyede nasıl Odius’un (kötülüğün) pençesinden kurtulmayı başardıysa, gerçek hayatta da umutsuzluğun pençesinden kurtulabilmeyi başarabilmiştir. Tabi ki Alexandria sayesinde!
Çözümleme
Filmin üslup ve felsefi analizini sanırım girişten itibaren yapmaya çalışmak bütünlük adına anlamlı olur. Beethoven’ın 7. Senfoni’si ile başlıyor film. Roy köprüden düşerken 7. Senfoni’yi duyuyorsunuz. Bu ses ile o görüntünün birlikteliği filmin bütünlüğünde benim için bir anlama sahip. Film daha sonra da değineceğim üzere bir umut-umutsuzluk diyalektiği, bir varlık-yokluk dikotomisi içeriyor. 7. Senfoni ise muhtelif yorumlara göre Beethoven’ın bunalım öncesinde bestelediği bir eser. Umutsuzluğunun, karamsarlığının hemen öncesinde yani. Eser genel anlamda ağır, yavaş bir ritme sahip. Dört bölümden ancak ikincisi bize bir hareket ve hızlı bir ritim vaadinde bulunuyor. Yani umutsuzluğun yanı sıra umudu da ve hareketi de içinde barındıran bir yapıya sahip 7. Senfoni. Filmin bütünlüğünde değerlendirmeye alındığında, giriş müziği anlamını bulmuş oluyor. Roy ve Alexandria’nın birlikteliği içindeki karşıtlıklarına yakışır bir ses seçimi gibi duruyor. İçerikteki dikotominin ilk örneğini görüyoruz ve filmi ilk anda özetlemiş bile sayılıyoruz. Singh bize, düşüşün sonrasındaki çıkışın farklı bir kaynaktan beslenebileceğini söylüyor olmalı. Girişin ardından, filmin içeriğinde barındırdığı, umut umutsuzluk karşıtlığı, bilinç ve bilinç dışının birleştiği noktada tam aktarımı sağlıyor. Filmi sürrealist bir çizgiden rahatlıkla izleyebilir ve çözümleyebiliriz. Zira hikâyede sürrealizmin temel unsurlarından ‘gerçekliğin varlığını hikâyeleştirilende koruması esası’, filmin son saniyesine kadar korunuyor. Yani hikâyede anlatılan asla gerçeklikten kopuk değil, aksine gerçeklik burada sadece fantastik.
Roy gerçekliği hikâyeleştirerek Alexandria’ya anlatmayı seçiyor. Alexandria Roy’un hikâyesini dinleyerek ve daha sonra hikâyeye kendini de dâhil ederek, onun kaderine ortak olmaya çalışıyor. Kaderine ortak olmadığı müddetçe onun umutsuzluktan kurtulabileceğine inanmıyor. Kendi dünyalarını kurgu ötesi bir biçimde yorumlayan Roy ve Alexandria’nın yabancıları da masallarına koymamakta ısrarcı davranmaları, masalı “ben”ler arası bir ilişkiye” dönüştürüyor. Roy için bu masal bazen bir katarsis işlevi görürken, bazen de Alexandira için felaketzede ailesine yer açtığı “facialar mekanı” işlevi görüyor. Babasını ‘kızgın adamlar’ın çıkardığı yangında kaybeden Alexandria, masala müdahil olduğu andan itibaren Maskeli Haydut rolündeki Roy’u baba figürüne yerleştiriyor. İkili arasındaki bu bağ filmin sonunda Roy’un yaşama tutunmasına kadar varan bir sonuç koyuyor ortaya.
İşte bu ikili, benler-arası ilişki çerçevesinde hikayeyi sürdürüyor. Hikaye içinde bir çok metaforu da barındırıyor. Roy ve Alexandria’nın daha ilk karşılaşmasında evvel, Alexandria üzerinden verilen bir mesaj filmi ve bu ikilinin ilişkisini daha ilgi çekici kılıyor. Alexandria, dışarıdaki atın gölgesini, anahtar deliğinden duvara yansıdığı haliyle görüyor. Atın gölgesi duvara ters haliyle yansıyor. Zorlama bir yorum bile olsa; Singh bize Roy ve Alexandria arasındaki ilişkinin, Platon-Aristo üzerinden bir anlatımının yapılacağını haber veriyor olabilir.
Filmin ismi itibari ile girişinde bir düşüşün varlığından söz ettik, devamında ise Roy’un umutsuzluk çerçevesinde düşüşünden bahsedebiliriz. Burada umutsuzluk adına bizde en sarih farkındalığı yaratacak Kierkegaard nazarından bir bakışla, Roy umutsuzluğun ölümcül hastalık olma halini yaşıyor. Ölümcül bir hastalık olarak umutsuzluk. Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen ama ölemeden ölümle savaşan kişi gibi ölememektedir, sürekli bir can çekişme hali içindedir. Kierkegaard diyor ki ‘umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmayışıdır.’ Roy’un da yaşadığı dilemma, artık hiçbir şey olmama haline mündemiç bir umutsuzluktan ibarettir, hayatının başrolünü bir başkasına kaptırır. Alexandria ile ilişkisinde ise buna müsaade verir.
Hikâyenin varoluşu, Roy’un umutlarının tükenişinde gizlidir. Kaybedenler, Roy’un liderliğinde Odius’a (kötüye) karşı savaş açarlar. Roy’un sevgilisini elinden alan başrol oyuncusu hikayede Odius olarak karakterize ediliyor. İntihara niyeti de sevdiği kadının terk edişine karşın ona ızdırap çektirme ve ondan intikam alabilme fikrinden hareketle veriliyor. Diğer karakterlerin hikaye içindeki konumları da sıkı bağlarla birbirine tutturuluyor. Charles Darwin’i gerçek hayatta tanıyoruz. Hikâyede çantasına gizlediği maymunuyla sürekli iletişimde, doğa sevgisi yüksek bir Americana Exotica (nesli tükenmek üzere olan bir kelebek türü) tutkunu olarak tasvir ediliyor. Maymunun adının Wallace olması, bize Darwin’in teorisini oluştururken nasiplendiği hatta fikirlerini çalmakla suçlandığı Alfred Russel Wallace’ı çağrıştırıyor. Darwin, hikâyede maymundan (Wallace) fikirler alıyor ve bunları kendi fikirleriymişçesine insanlara iletiyor. Diğer bir karakter Otto Benga, gerçek hayatta Darwin’in teorisiyle alakası da olan Ota Benga’yı karakterize eder. Hikayede Otto Benga zincire vurulmuş; ağır çalışma koşulları altında yaşamını yitiren kardeşinin ölümünden aldığı güçle özgürlüğünü kazanmış bir köledir. Gerçekte ise Ota Benga, 1904 yılında Belçika Kongosu’ndan A.B.D.’ye zincirlere vurularak getirilen, insana en yakın ara geçiş formu olarak lanse edilmiş bir pigmedir. Oto Benga, karşılaştığı muameleye fazla dayanamamış, çaldığı silahla kendini vurarak yaşamına 1916’da son vermiştir.
Hikayedeki kahramanlardan bir diğeri Hintli, dünyanın en güzel kadınıyla evlidir ve kendisinin bakmaya kıyamadığı eşinin bir başkası tarafından görülmesine de tahammül edemez. Oysa Odius, bu güzel kadını görebilmek adına onu kaçırır. Hintli bu durum karşısında, bir daha hiçbir güzel kadına bakmayacağına yemin eder ve Odius’dan intikamını almak için uğraşır. Bu hikâyenin gerçekte bir karşılığını aradığımızda bir Hint anlatısından esinlenildiğini görüyoruz. Tarsem Singh burada Hint kültürünün öğelerinden Rani Padmini anlatısından yararlanıyor. Patlayıcı uzmanı olan Luigi, gerçek hayatta Roy’un arkadaşıdır ve bir ayağı yoktur. Hikâyede de aynı olgu işlenir. Diğer karakter Mystic, hikâyeye her şeyin öldüğü bir yerden bir ağacın özünden çıkarak katılım gösterir. Ağacın ona can verişi ve ağzında kuşları saklayışıdır onu Mystic yapan.
Roy, hikâyede Odius’a (sona) yaklaştıkça, Alexandria’dan bir an evvel yararlanıp, morfini almasını sağlamayı ve intihar etmeyi planlamaktadır. Hikâyenin son aşamalarına gelindiğinde, Alexandria morfini almak üzere harekete geçer. Ecza odasında, uzanamayacağı bir yerde olan ilaçları almak için yüksek bir zemin üzerine çıkar. Bu çıkışı Alexandria’ya ikinci düşüşünü getirir, hatta Roy ile birlikte ilk düşüşünü. Bu düşüşün ardından küçük kız ağır bir ameliyat geçirir. Bu kez Roy, ameliyat masasındaki Alexandria’ya masalı anlatmak için onun yanına gider. Roy’da sona yaklaşırken başa dönme çabasının izlerini görüyoruz filmin bu kesitinde. Hikâye kaldığı yerden devam eder.
Kahramanlarımız Vali Odius’un gizlendiği yeri bulur, askerleriyle çarpışır. Roy Schopenhauer’un pesimizmi misali hikâyeyi sonuçsuz bir çabanın kaynağı ve ürünü olan acının içine sürükler. Roy’un bilinci bütün kahramanları tek tek öldürmeye meyillidir, aslında Roy’un kişiliğinin birer parçası olan kahramanları. Wallace, Darwin’in ölesiye peşinden koştuğu Americana Exotica’yı Odius’un kalesinde yakalar, tam o anda askerler tarafından vurulur. Darwin, Wallace’ın yanına geldiğinde elindeki kelebeği görür. Tutkusuna erişmenin verdiği hazla kendi ölümünü ister. Son sözleri ‘Darwin’i vurmak, öldürmek size kazandırır.’ şeklinde olur.
Luigi, bir binada askerlerin arasında sıkışır. Üzerindeki bombayı patlatmasıyla ölür. Mystic, kaçmaktan yorulduğu anda bir ağaca sarılır ve ağzındaki kuşların dışarı çıkmasıyla ölür. Otto Benga, Alexandria’yı korumak için ona siper olmuşken, atılan oklarla ölür. Benga’nın sırtındaki oklar onu yerden yüksek tutacak kadar çoktur. Hintli, kaçarken tırmandığı halatı, askerlerin Maskeli Haydut’a ve Alexandria’ya ulaşmasını engellemek için keser ve ölür. Burada dikkatimi çeken nokta bütün kahramanların neredeyse kendi silahlarıyla ölüyor oluşu. Roy’un bilinci, bütün eksikliklerini kendiliğinden yok oluşa bırakmaya niyetlidir. Ancak bu niyet bilinçli bir edimi içinde taşır.
Roy, hikayedeki kahramanların her birini öldürürken, Alexandria sürekli çağrıda bulunur; ‘Ölmek zorunda mı? Öldürme!’. Sıra Maskeli Haydut’a (Roy) gelmiştir. Vali Odius ile karşılaşmasında Alexandria’nın çağrısı sürekli tekrarlanır ve bu çağrı son kertede işe yarar. Roy, ölümden vazgeçer. Alexandria’nın umudu, Roy’un umutsuzluğu ve düşüşü karşısında galip gelmiştir. Kendi intiharına giden yolda Roy, masal kahramanlarına yüklediği kişilik kesitlerini bir bir öldürürken, kendi öz kişiliğini öldürmekle karşı karşıya geldiğinde Alexandria’nın ağlamaklı sözleri onun yaşama tutunmasını sağlıyor. Alexandria’nın masalın sonunun kötü bitmesine dair üzüntüsü, Roy’un intihara sürükleyen duygularının üzerine bir gölge gibi yükseliyor. Roy Alexandria’nın yaşamdan aldığı lezzet karşısında kendisinin bencilce düşündüğünün farkına varıyor. Masalı Alexandria için keyfine göre şekillendirmekten vazgeçip, Alexandria’nın ruhunda neler olup bittiğinin bilincine erince masalı mutlu bir sonla bitiriyor.
Alexandria’nın ölümü doğal bir olgu olarak kabul edemeyişi ve bundan korkması tam bir çocuktan beklendiği gibidir. Aslında masalın mutlu sonuna sığınışı şunu hatırlatıyor bize; ‘Çocuklar hızlı koşamaz… Acılardan hayal kurarak kaçarlar.’ Alexandria yeterince kavrayamadığı bir şeyi zihnine sızdırmama konusunda ısrarcı davranıyor. Roy, ümitsiz bir halde masal kahramanlarını öldürerek kendi ölümüne giden yolu Alexandria’nın gözünde doğal bir olgu olduğunu kabul ettirmek ister ama Alexandria buna ikna olmaz. Çünkü bir intikam masalında baş intikamcının (Roy) ölmesi Alexandria’nın nahif duyguları içinde yer tutamaz. Çünkü Roy ve arkadaşlarının ölümü hak edecek bir şey yapmadan ölmeleri anlamsızdır. Masalda dünyanın fizik kuralları bu denli alt üst edilirken neden ölüm vakası dünyanın fizik kurallarına uysun ki… Roy’un masalda yaşamı öldürme girişimine Alexandria müdahale etmiştir. İşte burada küçük bir kızın farkında olmaksızın kurtardığı bir yaşam çıkıyor karşımıza. Bir masalı, masal kahramanını, aslında belki de babasını kurtarırken Alexandria, Roy’un düşüşünü de engellemiş oluyor.
Yorum-Değerlendirme
“Gerçek yaşamı girift bir masalın içinde aramak, ararken kaybolmamaya özen göstermek” “The Fall” filmini özetleyecek kapsamlı bir cümle. İç yaşantı değişince masalın da değişerek sürmesi, kırgınlıkları, sakatlıkları, sevinçleri, aşkları masal kahramanları üzerinden görsellendirmeye ve dillendirmeye çalışmak, gerçek yaşama alternatif ve fantastik bir paralel yaşam arayışını andırıyor. Bir ben-sen ilişkisinde, ben’in bilincinin idaresindeki fantastik bir masalın sen’in (o’nun) bilinçaltı müdahaleleriyle biçimlenişi sergilenmesi. İki karakter üzerinden aktarılan bilinç-bilinçdışı karşılaşması, bize bilincin yok hükmünde sayıldığı bir ortamı da vermiyor. Masalda geçerli olan her durum, gerçek hayattaki bir durumun yansıması olarak yerleştiriliyor büyük resmin içeriğine. Bunun aksini de düşünmek mümkün bir bakıma; masalda gerçekleşen her durum gerçek hayata tecessüm ediyor iki karakter üzerinden.
Düş gücü ve zekânın birleştiği noktada, bilinç ve bilinçdışının kimi zaman çatışmalarını, kimi zaman da işbirliğini görebilmekteyiz filmde. Bilincin (Roy) hükmü umutsuzluk ve ölüm üzerine yönlendirme ve göndermelerde bulunurken, bilinçdışı (Alexandria) umudu, yaşamı besliyor hikâyede. Umut-umutsuzluk ekseninde çizilen bir ilişki yaşam-ölüm çizgisine çekilebiliyor bir anda. Hikâyeye müdahil olmanın koşulu, bilindik bir yüz olmaktan geçiyor. Bu bilindik yüz de yine kimi zaman bilincin kimi zaman da bilinçdışının eseri oluveriyor. Yine de hikâyeyi Alexandria’nın (bilinçdışının) gözünden izlediğimizi, işaretler Roy (bilinç) tarafından verilse de seçimlerin Alexandria tarafından yapıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bize müthiş bir analojinin kapılarını açıyor.
Hikâyenin, Alexandria’nın bakışı ve biçimlendirmesiyle izlediğimiz sonucuna, görselliğin zenginliğinden yola çıkarak varabiliyoruz. Çocukların dünyası ne olursa olsun, renklerin cümbüşüne açıktır. Acılar, karamsarlıklar, kötülükler, koyuluklar, genelde büyüklerin; bu filmde Roy’un zihnine hâkimdir. Biz hikâyeyi Roy’un gözünden izlemiş olsaydık, karanlık bir dünyanın ortasında bulabilirdik kendimizi. Çocuğun bakışı, bizi Roy’un pesimist havasından kurtaran bir can simidi gibi. Tarsem Singh’in film tekniği ve üslubu açısından izlediği yol, ilk filminden birkaç adım ileride, görsel bir şölen vaat ediyor. Bu görsel şölende, filmin arka planına yerleştirdiği sürrealist felsefenin etkisi son derece mühimdir. Filmin afişini gördüğümüz andan itibaren bu algıya kapılabiliriz. Afiş, Salvador Dali’nin ‘Face of Mae West’ adlı portresinden esinlenerek, hatta alıntılanarak oluşturulmuştur. Singh, bu açıdan bakıldığında, anlatacağı hikâyeyi sürrealist çizgiye tutunarak başarabileceğini, daha filmi izletmeden gösteriyor. Zira, filmin her bir karesi, sürrealist bir tablo misali insanı cezp ediyor.
Düşüş filmi, umut-umutsuzluk ikilemini varoluşçu/sürrealist bir çizgide aktarmaya uğraşan bir yapıt. Pesimist söylemin ve edimin, bilin-bilinçdışının birlikte etkinliğiyle bertaraf edilebileceğini tasvire çalışan bir eser. Didaktik olmaktan öte lirik bir dilin tercih edildiği, görselliğiyle resimden de ötede adeta şiir tadı veren bir sinema filmi. İzlediğinizde sizi metafor yağmuruna tutan, felsefi ve psikolojik temelleri sağlam bir sanat eseri. Burada düşüşün çıkışa dönüşebileceğini, sona yaklaşırken başa dönme çabasında insanın uğradığı değişimi betimlemeye çalışırken kullanılan dil bütünlükçü sanatın dili. İlk sahnesinden, son sahnesine de içeriğinde bir mesajı barındırma gayretini taşıyan bir ürün. Seyircisine mesajını da böyle bir gayretin sonucunda vermenin yollarını arıyor Tarsem Singh. Filmin mesajı ise bizim için artık çok açık. Yaşamın dikotomileri sandığımız algı ve duygu yanılgılarımıza bir cevap gibi, Heidegger’in yaptığının aynıyla Hölderlin şiirinden mülhem bir bakış; Bir düşüş, içinde kurtuluşu barındırır, yalnızca onu gizlendiği yerden çıkarmak gerekir!
Çekim ve kurgusu 2006 yılında tamamlanan filmin görsel zenginliğinin kaynağı, Singh’in 4 yıl boyunca tek bir kare için dahi olsa, dünyanın farklı coğrafyalarına uğramış, farklı yapılarını ziyaret etmiş olmasıdır. Bu görüntü akışı hikaye içinde hikaye anlatmaya gayretli yönetmenin tekniğine ve üslubuna müthiş bir özgünlük ve nefis bir seyir zevki katıyor. Ekip çekimler için, Aya Sofya (Türkiye) da dahil olmak üzere Hindistan, İtalya, Güney Afrika gibi ülkelerle birlikte 18 ülke ve 26 farklı mekana uğramıştır.
Film Ne Anlatıyor?
Film 1920’lerin Los Angeles’ında dublör olan Roy’ün film çekimleri sırasında köprüden düşüşüyle başlar. Ana karakterlerden diğeri olan Alexandria ile tanışması hastanede gerçekleşiyor. Alexandria da portakal ağacından düşerek kolunu kırmış, hastanede tedavi altına alınmış Meksikalı, 8-9 yaşlarında bir kız çocuğudur. Bir dublör olarak Roy, yatağa bağımlı bir hayatın sürüklediği umutsuzluğa, sevgilisini filmin başrol oyuncusuna kaptırmasını da ekliyor ve tam bir dilemma içinde, sürekli bir psikolojik düşüş yaşıyor. Roy, bu dilemmadan kurtulabilme umudunu bir türlü yeşertemediği için de daha büyük bir umutsuzluk içine giriyor ve intihar etmeyi düşünüyor. Artık ölüm onun için kesin bir çözümün ifadesi. Alexandria’nın, Roy’un hayatındaki rolü de tam bu noktada devreye giriyor. Roy, anlatacağı hikâye ile onun dostluğunu kazanmayı ve daha sonrasında intiharı için gerekli olan morfini elde edebilmesi için onu kandırmayı planlıyor.
Roy, Alexandria’ya ilk olarak isminden hareketle, Büyük İskender ile ilgili bir hikâye anlatıyor. Hikâye netice itibariyle Alexandria’nın hoşuna gitmiyor. Bundan sonra ise filmin ana temasına yerleşen, görsel sürekliliğe sahip fantastik bir hikâye bizi bekliyor. Etrafında gördüğü ve beğendiği her şeye sahip olmak için insanlara zarar vermeyi ve yoluna çıkan insanları öldürmeyi göze alan Vali Odious’tan nefret eden 6 kahramanın hikâyesidir bu. İkizini Vali Odius ile çatışmada kaybeden Maskeli Haydut, eski bir köle Otto Benga, karısı Vali tarafından kaçırılan Hintli, patlayıcı uzmanı Luigi, doğayla dost ve yanından ayırmadığı sevgili dostu ile gezen İngiliz bilim adamı Charles Darwin ve bir ağaç gövdesinde can bulan, karnında kuşlar besleyen garip Mystic. Hikaye bu kahramanlar üzerinden anlatılırken, Roy’un dilinden, Alexandria’nın hayal gücünden oluşan sentezde her kahraman ikilinin hayatlarındaki isimlerden biri ile eşleştiriliyor. Yani film, bilinç ile bilinç dışının birleşimini aktarmaya çabalıyor bize; hikâye ve kahramanlar yolu ile.
Hikâyedeki mevcut karakterlerin her birinin farklı bir hikâyesi, Vali Odius’la farklı bir hesapları vardır. Maskeli Haydut ikiz kardeşinin ve Odius’un sevgilisini elinden almasının; geçmişte bir köle olan Otto Benga ölen kardeşinin; patlayıcı uzmanı Luigi Vali’nin kendini yalnız bırakmasının; Darwin ölesiye aradığı Americana Exotica adlı kelebeği Vali’nin ona ölü olarak yollamasının intikamı peşindedir. Hikayeye sonradan dâhil olan Mystic ise film ve dolayısıyla hikâye boyu isminin hakkını vererek tüm gizemini korur. Hikâye bu kahramanlarla Vali Odius karşılaşıncaya dek sürer. Son kertede, Vali Odius ve adamları ile karşılaşmalarında kahramanların her biri ölür, Roy kendi hikâyesi olduğunu söyleyerek, yaşamındaki umutsuz bakışını hikâyede herkesi öldürerek yansıtır bize. Hatta hikâyenin sonunda Alexandria’nın Roy olarak hayal ettiği Maskeli Haydut’u Vali Odius’un öldürmesine izin verir Roy. Ancak Alexandria bunu kabullenmez ve sonunda Maskeli Haydut (Roy) un kendini kurtarmasına yardım etmiş olur. Roy hikâyede nasıl Odius’un (kötülüğün) pençesinden kurtulmayı başardıysa, gerçek hayatta da umutsuzluğun pençesinden kurtulabilmeyi başarabilmiştir. Tabi ki Alexandria sayesinde!
Çözümleme
Filmin üslup ve felsefi analizini sanırım girişten itibaren yapmaya çalışmak bütünlük adına anlamlı olur. Beethoven’ın 7. Senfoni’si ile başlıyor film. Roy köprüden düşerken 7. Senfoni’yi duyuyorsunuz. Bu ses ile o görüntünün birlikteliği filmin bütünlüğünde benim için bir anlama sahip. Film daha sonra da değineceğim üzere bir umut-umutsuzluk diyalektiği, bir varlık-yokluk dikotomisi içeriyor. 7. Senfoni ise muhtelif yorumlara göre Beethoven’ın bunalım öncesinde bestelediği bir eser. Umutsuzluğunun, karamsarlığının hemen öncesinde yani. Eser genel anlamda ağır, yavaş bir ritme sahip. Dört bölümden ancak ikincisi bize bir hareket ve hızlı bir ritim vaadinde bulunuyor. Yani umutsuzluğun yanı sıra umudu da ve hareketi de içinde barındıran bir yapıya sahip 7. Senfoni. Filmin bütünlüğünde değerlendirmeye alındığında, giriş müziği anlamını bulmuş oluyor. Roy ve Alexandria’nın birlikteliği içindeki karşıtlıklarına yakışır bir ses seçimi gibi duruyor. İçerikteki dikotominin ilk örneğini görüyoruz ve filmi ilk anda özetlemiş bile sayılıyoruz. Singh bize, düşüşün sonrasındaki çıkışın farklı bir kaynaktan beslenebileceğini söylüyor olmalı. Girişin ardından, filmin içeriğinde barındırdığı, umut umutsuzluk karşıtlığı, bilinç ve bilinç dışının birleştiği noktada tam aktarımı sağlıyor. Filmi sürrealist bir çizgiden rahatlıkla izleyebilir ve çözümleyebiliriz. Zira hikâyede sürrealizmin temel unsurlarından ‘gerçekliğin varlığını hikâyeleştirilende koruması esası’, filmin son saniyesine kadar korunuyor. Yani hikâyede anlatılan asla gerçeklikten kopuk değil, aksine gerçeklik burada sadece fantastik.
Roy gerçekliği hikâyeleştirerek Alexandria’ya anlatmayı seçiyor. Alexandria Roy’un hikâyesini dinleyerek ve daha sonra hikâyeye kendini de dâhil ederek, onun kaderine ortak olmaya çalışıyor. Kaderine ortak olmadığı müddetçe onun umutsuzluktan kurtulabileceğine inanmıyor. Kendi dünyalarını kurgu ötesi bir biçimde yorumlayan Roy ve Alexandria’nın yabancıları da masallarına koymamakta ısrarcı davranmaları, masalı “ben”ler arası bir ilişkiye” dönüştürüyor. Roy için bu masal bazen bir katarsis işlevi görürken, bazen de Alexandira için felaketzede ailesine yer açtığı “facialar mekanı” işlevi görüyor. Babasını ‘kızgın adamlar’ın çıkardığı yangında kaybeden Alexandria, masala müdahil olduğu andan itibaren Maskeli Haydut rolündeki Roy’u baba figürüne yerleştiriyor. İkili arasındaki bu bağ filmin sonunda Roy’un yaşama tutunmasına kadar varan bir sonuç koyuyor ortaya.
İşte bu ikili, benler-arası ilişki çerçevesinde hikayeyi sürdürüyor. Hikaye içinde bir çok metaforu da barındırıyor. Roy ve Alexandria’nın daha ilk karşılaşmasında evvel, Alexandria üzerinden verilen bir mesaj filmi ve bu ikilinin ilişkisini daha ilgi çekici kılıyor. Alexandria, dışarıdaki atın gölgesini, anahtar deliğinden duvara yansıdığı haliyle görüyor. Atın gölgesi duvara ters haliyle yansıyor. Zorlama bir yorum bile olsa; Singh bize Roy ve Alexandria arasındaki ilişkinin, Platon-Aristo üzerinden bir anlatımının yapılacağını haber veriyor olabilir.
Filmin ismi itibari ile girişinde bir düşüşün varlığından söz ettik, devamında ise Roy’un umutsuzluk çerçevesinde düşüşünden bahsedebiliriz. Burada umutsuzluk adına bizde en sarih farkındalığı yaratacak Kierkegaard nazarından bir bakışla, Roy umutsuzluğun ölümcül hastalık olma halini yaşıyor. Ölümcül bir hastalık olarak umutsuzluk. Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen ama ölemeden ölümle savaşan kişi gibi ölememektedir, sürekli bir can çekişme hali içindedir. Kierkegaard diyor ki ‘umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmayışıdır.’ Roy’un da yaşadığı dilemma, artık hiçbir şey olmama haline mündemiç bir umutsuzluktan ibarettir, hayatının başrolünü bir başkasına kaptırır. Alexandria ile ilişkisinde ise buna müsaade verir.
Hikâyenin varoluşu, Roy’un umutlarının tükenişinde gizlidir. Kaybedenler, Roy’un liderliğinde Odius’a (kötüye) karşı savaş açarlar. Roy’un sevgilisini elinden alan başrol oyuncusu hikayede Odius olarak karakterize ediliyor. İntihara niyeti de sevdiği kadının terk edişine karşın ona ızdırap çektirme ve ondan intikam alabilme fikrinden hareketle veriliyor. Diğer karakterlerin hikaye içindeki konumları da sıkı bağlarla birbirine tutturuluyor. Charles Darwin’i gerçek hayatta tanıyoruz. Hikâyede çantasına gizlediği maymunuyla sürekli iletişimde, doğa sevgisi yüksek bir Americana Exotica (nesli tükenmek üzere olan bir kelebek türü) tutkunu olarak tasvir ediliyor. Maymunun adının Wallace olması, bize Darwin’in teorisini oluştururken nasiplendiği hatta fikirlerini çalmakla suçlandığı Alfred Russel Wallace’ı çağrıştırıyor. Darwin, hikâyede maymundan (Wallace) fikirler alıyor ve bunları kendi fikirleriymişçesine insanlara iletiyor. Diğer bir karakter Otto Benga, gerçek hayatta Darwin’in teorisiyle alakası da olan Ota Benga’yı karakterize eder. Hikayede Otto Benga zincire vurulmuş; ağır çalışma koşulları altında yaşamını yitiren kardeşinin ölümünden aldığı güçle özgürlüğünü kazanmış bir köledir. Gerçekte ise Ota Benga, 1904 yılında Belçika Kongosu’ndan A.B.D.’ye zincirlere vurularak getirilen, insana en yakın ara geçiş formu olarak lanse edilmiş bir pigmedir. Oto Benga, karşılaştığı muameleye fazla dayanamamış, çaldığı silahla kendini vurarak yaşamına 1916’da son vermiştir.
Hikayedeki kahramanlardan bir diğeri Hintli, dünyanın en güzel kadınıyla evlidir ve kendisinin bakmaya kıyamadığı eşinin bir başkası tarafından görülmesine de tahammül edemez. Oysa Odius, bu güzel kadını görebilmek adına onu kaçırır. Hintli bu durum karşısında, bir daha hiçbir güzel kadına bakmayacağına yemin eder ve Odius’dan intikamını almak için uğraşır. Bu hikâyenin gerçekte bir karşılığını aradığımızda bir Hint anlatısından esinlenildiğini görüyoruz. Tarsem Singh burada Hint kültürünün öğelerinden Rani Padmini anlatısından yararlanıyor. Patlayıcı uzmanı olan Luigi, gerçek hayatta Roy’un arkadaşıdır ve bir ayağı yoktur. Hikâyede de aynı olgu işlenir. Diğer karakter Mystic, hikâyeye her şeyin öldüğü bir yerden bir ağacın özünden çıkarak katılım gösterir. Ağacın ona can verişi ve ağzında kuşları saklayışıdır onu Mystic yapan.
Roy, hikâyede Odius’a (sona) yaklaştıkça, Alexandria’dan bir an evvel yararlanıp, morfini almasını sağlamayı ve intihar etmeyi planlamaktadır. Hikâyenin son aşamalarına gelindiğinde, Alexandria morfini almak üzere harekete geçer. Ecza odasında, uzanamayacağı bir yerde olan ilaçları almak için yüksek bir zemin üzerine çıkar. Bu çıkışı Alexandria’ya ikinci düşüşünü getirir, hatta Roy ile birlikte ilk düşüşünü. Bu düşüşün ardından küçük kız ağır bir ameliyat geçirir. Bu kez Roy, ameliyat masasındaki Alexandria’ya masalı anlatmak için onun yanına gider. Roy’da sona yaklaşırken başa dönme çabasının izlerini görüyoruz filmin bu kesitinde. Hikâye kaldığı yerden devam eder.
Kahramanlarımız Vali Odius’un gizlendiği yeri bulur, askerleriyle çarpışır. Roy Schopenhauer’un pesimizmi misali hikâyeyi sonuçsuz bir çabanın kaynağı ve ürünü olan acının içine sürükler. Roy’un bilinci bütün kahramanları tek tek öldürmeye meyillidir, aslında Roy’un kişiliğinin birer parçası olan kahramanları. Wallace, Darwin’in ölesiye peşinden koştuğu Americana Exotica’yı Odius’un kalesinde yakalar, tam o anda askerler tarafından vurulur. Darwin, Wallace’ın yanına geldiğinde elindeki kelebeği görür. Tutkusuna erişmenin verdiği hazla kendi ölümünü ister. Son sözleri ‘Darwin’i vurmak, öldürmek size kazandırır.’ şeklinde olur.
Luigi, bir binada askerlerin arasında sıkışır. Üzerindeki bombayı patlatmasıyla ölür. Mystic, kaçmaktan yorulduğu anda bir ağaca sarılır ve ağzındaki kuşların dışarı çıkmasıyla ölür. Otto Benga, Alexandria’yı korumak için ona siper olmuşken, atılan oklarla ölür. Benga’nın sırtındaki oklar onu yerden yüksek tutacak kadar çoktur. Hintli, kaçarken tırmandığı halatı, askerlerin Maskeli Haydut’a ve Alexandria’ya ulaşmasını engellemek için keser ve ölür. Burada dikkatimi çeken nokta bütün kahramanların neredeyse kendi silahlarıyla ölüyor oluşu. Roy’un bilinci, bütün eksikliklerini kendiliğinden yok oluşa bırakmaya niyetlidir. Ancak bu niyet bilinçli bir edimi içinde taşır.
Roy, hikayedeki kahramanların her birini öldürürken, Alexandria sürekli çağrıda bulunur; ‘Ölmek zorunda mı? Öldürme!’. Sıra Maskeli Haydut’a (Roy) gelmiştir. Vali Odius ile karşılaşmasında Alexandria’nın çağrısı sürekli tekrarlanır ve bu çağrı son kertede işe yarar. Roy, ölümden vazgeçer. Alexandria’nın umudu, Roy’un umutsuzluğu ve düşüşü karşısında galip gelmiştir. Kendi intiharına giden yolda Roy, masal kahramanlarına yüklediği kişilik kesitlerini bir bir öldürürken, kendi öz kişiliğini öldürmekle karşı karşıya geldiğinde Alexandria’nın ağlamaklı sözleri onun yaşama tutunmasını sağlıyor. Alexandria’nın masalın sonunun kötü bitmesine dair üzüntüsü, Roy’un intihara sürükleyen duygularının üzerine bir gölge gibi yükseliyor. Roy Alexandria’nın yaşamdan aldığı lezzet karşısında kendisinin bencilce düşündüğünün farkına varıyor. Masalı Alexandria için keyfine göre şekillendirmekten vazgeçip, Alexandria’nın ruhunda neler olup bittiğinin bilincine erince masalı mutlu bir sonla bitiriyor.
Alexandria’nın ölümü doğal bir olgu olarak kabul edemeyişi ve bundan korkması tam bir çocuktan beklendiği gibidir. Aslında masalın mutlu sonuna sığınışı şunu hatırlatıyor bize; ‘Çocuklar hızlı koşamaz… Acılardan hayal kurarak kaçarlar.’ Alexandria yeterince kavrayamadığı bir şeyi zihnine sızdırmama konusunda ısrarcı davranıyor. Roy, ümitsiz bir halde masal kahramanlarını öldürerek kendi ölümüne giden yolu Alexandria’nın gözünde doğal bir olgu olduğunu kabul ettirmek ister ama Alexandria buna ikna olmaz. Çünkü bir intikam masalında baş intikamcının (Roy) ölmesi Alexandria’nın nahif duyguları içinde yer tutamaz. Çünkü Roy ve arkadaşlarının ölümü hak edecek bir şey yapmadan ölmeleri anlamsızdır. Masalda dünyanın fizik kuralları bu denli alt üst edilirken neden ölüm vakası dünyanın fizik kurallarına uysun ki… Roy’un masalda yaşamı öldürme girişimine Alexandria müdahale etmiştir. İşte burada küçük bir kızın farkında olmaksızın kurtardığı bir yaşam çıkıyor karşımıza. Bir masalı, masal kahramanını, aslında belki de babasını kurtarırken Alexandria, Roy’un düşüşünü de engellemiş oluyor.
Yorum-Değerlendirme
“Gerçek yaşamı girift bir masalın içinde aramak, ararken kaybolmamaya özen göstermek” “The Fall” filmini özetleyecek kapsamlı bir cümle. İç yaşantı değişince masalın da değişerek sürmesi, kırgınlıkları, sakatlıkları, sevinçleri, aşkları masal kahramanları üzerinden görsellendirmeye ve dillendirmeye çalışmak, gerçek yaşama alternatif ve fantastik bir paralel yaşam arayışını andırıyor. Bir ben-sen ilişkisinde, ben’in bilincinin idaresindeki fantastik bir masalın sen’in (o’nun) bilinçaltı müdahaleleriyle biçimlenişi sergilenmesi. İki karakter üzerinden aktarılan bilinç-bilinçdışı karşılaşması, bize bilincin yok hükmünde sayıldığı bir ortamı da vermiyor. Masalda geçerli olan her durum, gerçek hayattaki bir durumun yansıması olarak yerleştiriliyor büyük resmin içeriğine. Bunun aksini de düşünmek mümkün bir bakıma; masalda gerçekleşen her durum gerçek hayata tecessüm ediyor iki karakter üzerinden.
Düş gücü ve zekânın birleştiği noktada, bilinç ve bilinçdışının kimi zaman çatışmalarını, kimi zaman da işbirliğini görebilmekteyiz filmde. Bilincin (Roy) hükmü umutsuzluk ve ölüm üzerine yönlendirme ve göndermelerde bulunurken, bilinçdışı (Alexandria) umudu, yaşamı besliyor hikâyede. Umut-umutsuzluk ekseninde çizilen bir ilişki yaşam-ölüm çizgisine çekilebiliyor bir anda. Hikâyeye müdahil olmanın koşulu, bilindik bir yüz olmaktan geçiyor. Bu bilindik yüz de yine kimi zaman bilincin kimi zaman da bilinçdışının eseri oluveriyor. Yine de hikâyeyi Alexandria’nın (bilinçdışının) gözünden izlediğimizi, işaretler Roy (bilinç) tarafından verilse de seçimlerin Alexandria tarafından yapıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bize müthiş bir analojinin kapılarını açıyor.
Hikâyenin, Alexandria’nın bakışı ve biçimlendirmesiyle izlediğimiz sonucuna, görselliğin zenginliğinden yola çıkarak varabiliyoruz. Çocukların dünyası ne olursa olsun, renklerin cümbüşüne açıktır. Acılar, karamsarlıklar, kötülükler, koyuluklar, genelde büyüklerin; bu filmde Roy’un zihnine hâkimdir. Biz hikâyeyi Roy’un gözünden izlemiş olsaydık, karanlık bir dünyanın ortasında bulabilirdik kendimizi. Çocuğun bakışı, bizi Roy’un pesimist havasından kurtaran bir can simidi gibi. Tarsem Singh’in film tekniği ve üslubu açısından izlediği yol, ilk filminden birkaç adım ileride, görsel bir şölen vaat ediyor. Bu görsel şölende, filmin arka planına yerleştirdiği sürrealist felsefenin etkisi son derece mühimdir. Filmin afişini gördüğümüz andan itibaren bu algıya kapılabiliriz. Afiş, Salvador Dali’nin ‘Face of Mae West’ adlı portresinden esinlenerek, hatta alıntılanarak oluşturulmuştur. Singh, bu açıdan bakıldığında, anlatacağı hikâyeyi sürrealist çizgiye tutunarak başarabileceğini, daha filmi izletmeden gösteriyor. Zira, filmin her bir karesi, sürrealist bir tablo misali insanı cezp ediyor.
Düşüş filmi, umut-umutsuzluk ikilemini varoluşçu/sürrealist bir çizgide aktarmaya uğraşan bir yapıt. Pesimist söylemin ve edimin, bilin-bilinçdışının birlikte etkinliğiyle bertaraf edilebileceğini tasvire çalışan bir eser. Didaktik olmaktan öte lirik bir dilin tercih edildiği, görselliğiyle resimden de ötede adeta şiir tadı veren bir sinema filmi. İzlediğinizde sizi metafor yağmuruna tutan, felsefi ve psikolojik temelleri sağlam bir sanat eseri. Burada düşüşün çıkışa dönüşebileceğini, sona yaklaşırken başa dönme çabasında insanın uğradığı değişimi betimlemeye çalışırken kullanılan dil bütünlükçü sanatın dili. İlk sahnesinden, son sahnesine de içeriğinde bir mesajı barındırma gayretini taşıyan bir ürün. Seyircisine mesajını da böyle bir gayretin sonucunda vermenin yollarını arıyor Tarsem Singh. Filmin mesajı ise bizim için artık çok açık. Yaşamın dikotomileri sandığımız algı ve duygu yanılgılarımıza bir cevap gibi, Heidegger’in yaptığının aynıyla Hölderlin şiirinden mülhem bir bakış; Bir düşüş, içinde kurtuluşu barındırır, yalnızca onu gizlendiği yerden çıkarmak gerekir!