ROGER GARAUDY - İSLÂM'IN VADETTİKLERİ

‘Üçüncü Dünya ülkelerinin sömürülmesine devam edilmesi sadece ahlaki olarak karşımıza çıkmamakta, fakat, aynı zamanda dünyanın geleceğini de ilgilendirmektedir. Oysa, söz konusu olan, insanlığın tümünün hayatını devam ettirmesidir.

Gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerden bahsetmek öldürücü bir yanılgıdır, zira sadece hasta ülkeler vardır: çünkü, bu ülkeler ekonomik büyümelerinden, kültürlerinden, azgelişmiş olmasından ve imanlarından dolayı hastadırlar. 

Bu sebeple bunlar, insani gayeler teklif edip onları gerçekleştirmekten acizdirler. Aldatılmış ülkeler vardır; çünkü onlar, Batı’nın büyüme modeli ile yardımının kendilerine mutluluk getireceğine inandırılmışlardır. Oysa bu aldatmaca ile sadece onların yapıları ve kültürleri parçalanmaktadır.’

İÇİNDEKİLER

  • Sunuş
  • Giriş Üçüncü Miras
  • Birinci Bölüm Bir İman Destanı: Tasavvuf
  • İkinci Bölüm İman ve Siyaset
  • Ekonomi Hukuk Siyaset
  • Üçüncü Bölüm İlimler ve Hikmet
  • Dördüncü Bölüm
  • Nebevi Değişim
  • Beşinci Bölüm
  • Bütün Sanatlar Camiye Cami de İbadete Götürür
  • Altıncı Bölüm Müjde Veren şiir
  • Sonuç
Sunuş

İslâm’ın Vadettikleri, Haziran 1983′te yapılan ilk baskısından bu yana Türkiye’de hâlâ tartışma konusu olmaya devam eden bir kitap. Kuşkusuz, tartışmaların odaklandığı asıl konu, daha çok Garaudy’nin Müslüman oluşu. Kitap, Garaudy’nin İslam’la ilgili ilk kanaatlerini içermektedir. 

Yayın evimiz, yoğun tartışmalara konu olması nedeniyle, eseri, yeni bir tercüme ile yayınlamayı uygun görmüştür. Ancak Roger Garaudy ve İslâm’ın Vadettikleri’nin hâlâ tartışılıyor olması, fikir hayatımızdaki müsbet gelişmelere işaret sayılması açısından sevindirici ise de; tartışmaların daha çok yüzeysel planda ve meselenin özünden uzak, detay konularda kalması da doğrusu üzüntü vericidir. 

Bu yüzden, kitabın gereği gibi değerlendirilmediğini söylemek, basın yayın dünyamıza haksızlık etmek anlamına gelmez. Bazı çevreler, Garaudy’ yi, bir “fakih” veya “mûctehid” imiş gibi algılama garipliğine düşerken; başka çevreler de, senelerdir gericilik ve yobazlık olarak vasıflandıra geldikleri İslâm’ı, marksist bir maziye sahip ünlü bir düşünürün kabul etmesini bir türlü hazmedemediler. 

“Şimdi Müslüman oldu, yarın başka bir dine girmeyeceği ne malum” cinsinden çözümlemeler getirdiler Garaudy olayına. İstisna sayılabilecek bir dizi değerlendirme dışında basının genel havası buydu. Oysa yazar, özellikle ‘Batı insanına, genelde batılılaşmaya çalışan tüm insanlığa evrensel bir uyanda bulunmak istiyor ve eserin yazılma amacını şu cümlelerle özetliyordu “Geleceğimiz, hem de hepimizin geleceği söz konusu” diyordu. Galiba Garaudy’nin, daha çok geleceğimizle ilgili düşünceleri tartışılmaya ve eleştirilmeye değerdi. Yüzyılımızı, Batı’yı en iyi tanıyan düşünürlerinden biri olarak onun, “Batı medeniyeti”,”Batı düşüncesi” ve “Batı gelişme modeli” hakkındaki değerlendirmeleri, herhalde şahsiyeti etrafında yapılan tartışmalardan çok daha fazla konuşulmaya ve üzerinde düşünülmeye lâyıktı.

Bizce Garaudy, hepimizi, insanlığın geleceğini ilgilendiren iki konuda düşünmeye davet eden bir uyarıcı olarak değerlendirilmelidir. Birincisi; Batı’nın bize kabul ettirmeye çalıştığı “büyüme modeli”nin, yaşadığımız dünyayı tamamen yok oluşa sürükleyeceği, bizi gayesiz ve anlamsız bir hayata mahkum edeceğidir. İkincisi ise; yeni bir ekonomik düzen kurulabilmesi için yeni bir dünya kültür düzenine ihtiyaç bulunduğu bunun ise, Batı’nın tahrib ettiği insani değerleri insanlığa yeniden kazandıracak olan İslâm’la halledilebileceğidir. Aydınlarımız, senelerdir moda olan özelliğini koruyan Batı düşüncesini ve onun anlamsız büyüme modelini doğru değerlendirebilir ve İslâm’ı “geleceğin yaratılmasına bulunabileceği katkılar” açısından iyi algılayabilirlerse, Garaudy’nin mesajı herhalde muhatabını bulmuş olacaktır.

Bazı konulardaki yanılgılara rağmen, sunulan fikirlerden büyük bir bölümünün yararlı olacağım umuyor, eserin düşünülmesini ve tartışılmasını amaçladığı konulara, yöneltmesi dileğimizi tekrarlıyoruz.

PINAR YAYINLARI

Üçüncü Miras

Batı bir tesadüftür. Kültürü de uyumsuzluk arz etmektedir; çünkü ana esaslarda tahrife uğramıştır. Batı kültürü, asırlardan beri, kendini Grek Romen ve Yahudi Hristiyan medeniyetinin varisi olarak tanıtma sevdasındadır. “Yunan Mucizesi” efsanesi ortaya atılmıştır, zira bu medeniyetin doğu kaynaklan kasten inkar edilmek istenmiştir: Oysa inkar edilmek istenen kaynaklardan biri, Anadolu’daki îyonya medeniyetinin mirasıdır. Bilindiği gibi, bir zamanlar Pers İmparatorluğu’nun egemenliği altında bulunan bu eyalette, Milet’li Tales’ten, Colofan’lı Ksenofanes’e, Samson’lu Pitagor’dan, Efesli Heraklit’e varıncaya kadar, en büyük dahiler yetişmiş ve onların sayesinde, Zerdüşt’ün İran’daki, ve daha ötede son derece esrarengiz bir şekilde Eflatun’unkine benzeyen Eski Hind’in dinî metin (Veda) ve tefsirlerindeki (Upanishad) ilhamı Batı’ya geçmiştir. Yine aynı şekilde inkar edilmek istenen, ilim ve ithamlarıyla Pitagor ve Eflatun’u büyülemiş olan binlerce yıllık Eski Mısır medeniyetinin mirasıdır. Ancak medeniyetlerin temasa geçmeleri birbirleri için yararlı olmuştur: Kültür, Roma öldüğü bir sırada, iskenderiye’de yeniden dünyaya gelmiştir. İşte .öklid’in matematiği, Batlumyus’un astromisi, keza Filon, Plotin’in, Origene ve İskenderiyeli Clemen’in mistik ilhamları, doğuya ait bütün fikir akımlarının ve hayat görüşlerinin buluşma yeri olan İskenderiye’de vücut bulmuştur.
Yunan üstünlüğü (exceptionnalisme) efsanesi ise, ancak bu gerçeklerin kasten görülmezlikten gelinmesi veya Perisles Atinası’nın menşei ile geleceğinin reddedilmesi sayesinde teşekkül edebilmiştir.

Yahudi üstünlüğü efsanesine gelince, o da aynı kasten bilmezlikten gelmek veya reddetmekten kaynaklanmaktadır. Hz.İbrahim’in geldiği Mezopotamya’dan Hz.Musa’nın kavmini beraberinde çıkardığı Mısır’a kadar uzanan, bu verimli topraklarda, Babil ve Mısır’da Yahudilerin uğradıkları esaret dönemlerinde, Yunan kültürü gibi, Yahudi kültürünün de; en parlak devirlerinde, müneccimlerin ilmi veya Zerdüşt’ün kehaneti gibi, Gılgamış destanının da kaynaklandığı Kaide uygarlığından veya Mısır medeniyetiyle, “Güneş İlahi”si tam bir şekilde Hz.Davud’un 104. Mezmur’unda yer alan Akhenaton’un monoteizminden etkilenmemiş olması nasıl tasavvur edilebilir?
Avrupa’dan değil kaldı ki, büyük hiçbir dinin doğmadığı tek kıta Avrupa’dır, fakat Asya’dan gelen ve önce Antakya’da, yani Asya’da, sonra iskenderiye’de yani Afrika’da gelişen Hıristiyanlık acaba, Yahudiliğin bu iki kaynağına ve Aziz Pavlus’un kısa zamanda Hıristiyanlığa sokmuş olduğu Yunan Kültürünün doğu Kaynaklarına hiçbir şey borçlu değil midir? Yine Hıristiyanlık, Hz.İsa’nın doğumundan ûç asır evvel, Hint İmparatoru Açoka tarafından Filistin’e gönderilen ve torunları, Kumran manastırındakilere veya Mısır’da bulunmuş olan Thomas’ın Kıpti incilinde söz konusu edilenlere çok yakın davranış ve görüşlere sahip bulunan, Esseni adlı Yahudi cemaatlerinde görülen bu Budist misyonerlere de hiçbir şey borçlu değil midir?

Büyük olmak için bilinmeyen bir babanın oğlu olmak zorunlu mudur? Medeniyetimizi oluşturan, besleyen kaynakların izlerini niçin silelim? O halde, kendi özgünlüklerine iyice inanmak için, bütün eski resim sanatını bilmezlikten gelmeyi tercih eden bu ressam taslaklarının hareketlerine boyun mu eğeceğiz; yoksa sanatımızda, kübizm gibi en derin değişikliklerden birini icra edenlerden olan Guan Gris’in “Bir ressamın büyüklüğü, içinde taşıdığı geçiş derinliğine bağlıdır, “sözüyle ifade ettiği olgunluğu mu göstereceğiz?

Evrenselliği, “Katolik”ligi, arzu ettiğine göre, bizzat Hıristiyanlığın, Afrika kültürlerinde de en azından Grek Latin kültüründeki kadar verimli bir zemin bulabileceğini gösteren ilahiyatçıların çağrısına kulak vererek, bütün milletlerin kültürlerinden yararlanabileceğini göstermesi gerekmez mi?

Hıristiyanlığın doğudaki ilk canlılığı, (XII. asırdan itibaren, belki de Suriye’de lran’h Sühreverdi’nin Islamî “Nebevi Felsefesi”ni (La Philosophie Prophetique) tanıma imkanı bulan, Kalabre’li rahib Joachim de Flöre; Ibn Sina’nın Islamî ilhamına açıkça müracaat eden, Üstad Echart; Dimyat’da halife Abdülmelik ile müşterek bir dil bulmasını bilen Aziz François D’Assise, mistik tecrübesi bazan Müslüman sufilerinkine çok benzeyen Jean de la Croix ile devam edebilmiş de olsa, dar bir hristiyan evrenselliği anlayışı, Kilise’nin resmi politikasını etkileyerek, Akdeniz’in iki ucunda ve Filistin’de iki asır süren anlamsız, kanlı haçlı seferlerinin yapılmasına sebep olmuş, VIII. asırda Araplar’ın kurtarıcı olarak kabul edildikleri ve Kurtuba’yı.Avrupa’nın en parlak kültür merkezi haline getirdikleri İspanya’nın, tekrar fethedilmesi için de yedi asır boyunca kan dökülmesini gerektirmişti.
İşte Batı’nın onüç asırdan beri reddedegeldiği üçüncü miras Arap İslâm mirasıdır. Bu miras, geçişte olduğu gibi bugün de, hem Batı’nın diğer dünya hikmetleriyle uzlaşmasını sağlayabilir, hem de onun, tabiat ve insanlar üzerindeki egemenlik arzusunu tek taraflı olarak geliştirmesi neticesi tahrib ettiği insanî ve ilahi değerlerin şuuruna varmasına yardımcı olabilir.

Zira İslâm bu kitabın da esas gayesi bunu göstermektirÇin Denizi’nden Atlantik Okyanusu’na, Semerkant’tan Tombuktu’ya kadar, Çin, Hint, Pers.Yunan, İskenderiye ve Bizans gibi en eski ve en yüksek kültürleri, sadece bünyesine katarak geliştirip yaymakla kalmamış, fakat aynı zamanda, parçalanmış imparatorluklara ve ölmekte olan medeniyetlere yeni bir kollektif hayat ruhu getirerek, insanlara ve cemiyetlerine, ilahî aşkınlık ve cemaat fikirlerini yeniden kazandırmış, bu basit ve kuvvetli iman sayesinde onlara, ilimleri, sanatları, Nebevi Hikmet’i ve kanunları yeniden düzenleme imkanını bahsetmiştir.

Batı’nın ilk rönesansı, İtalya’nınkinden dört asır önce müslüman İspanya’da başlamıştır.
Bu, evrensel bir rönesans olabilirdi.

Ancak, Batı ile Doğu’yu birleştirebilecek olan üçüncü mirasın reddedilmesi, asırlar boyunca, Batı’yı bütün kültürlerin verimli katkısından mahrum bırakan ayrılıkçı bir zihniyet yüzünden, öldürücü hegemonya macerası, Batı’yı ve kendisiyle birlikte, egemenliği altında bulundurduğu dünyayı, intihar sayılabilecek bir büyüme ve medeniyet modeline sürükleyecekti.

Böylece, ilerleme efsanesi ve doğması olarak kabul edilen hususlar, tarihin en insanlık dışı gerilemelerine yol açmıştır.

Büyük istilalarla büyük egemenlikler, daima büyük gerilemelere yol açmışlardır. Steplerde yaşayan göçebeler, HoangHo,lndus, Mezopotamya, Mısır gibi büyük delta medeniyetlerini istila ettikleri zaman, kültür bakımından değil, fakat askeri yönden üstün oldukları için muzaffer olmuşlardır. Atlı piyadeye, demir kılıçlı, bronz kılıçlıya üstün gelmiştir. Roma’nın, Yunanistan’ı egemenliği altına alıp imparatorluğunu kurması kültürünün inceliğiyle değil, fakat silahlarının ağırlığıyla gerçekleşmiştir. Atilla ile Gaul’e kadar bütün Avrupa’yı yakıp yıkan Hunlar, Moğollar, Tatarlar; Cengiz Han’la, Çin, Harzem, İran ve Hint medeniyetlerini yok ederek, en geniş imparatorlukları kuranlar, Timur’la, Çin’den Volga’ya, Delhi’den Bağdat’a kadar geniş sahalarda acımasızca hüküm sürenler… Bu imparatorluk kurucularından hiçbiri gelecek vadeden uygarlaştırıcı bir mesaj getirmiyordu.
Tarihçilerimiz haklı olarak bu kasırgalara, “barbar istilaları” adını vermişlerdi. Ancak her nedense, bu istilalar, Avrupalıların işi olunca, tarihçilerimiz garip bir şekilde, ağız değiştirmektedirler. Artık bunlar büyük “istilalar” değil, fakat büyük “keşiflerdir.” İsfahan’ı ele geçirdikten sonra Timur, yetmişbin kişinin kellesini uçurup, bir piramit meydana getirmişti. Ancak şimdi sayacağımız soykırımlar yanında bunun ne anlamı var? Topa sahip Avrupa’lı fatihler, milyonlarca Amerikalı yerliyi katlettiler. On ile yirmi milyon arasındaki zenciyi köle yapıp Amerikaya götürmek…

Müfîd Ne Demektir?

İfâde eden, meramı güzel anlatan. Mânalı, mânidâr. Faydalı, faydayı mucib olan. Mütâlâsından istifade olunan.