Muhtevası çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime: "civilisation". Batı irfanının ikiyüz yıldır sabit bir tarife hapsedemediği bu ele avuca sığmaz mefhumun hayat hikayesine kısaca göz atalım.(1)
Avrupa dillerinde zarafeti, çelebiliği -kısaca medeniliği ifade eden kelime "police" idi. "Police" XVII. Asırdan itibaren bugünkü mânâda kullanılmaya başlanır: Zaptiye. Ve yerini yeni bir kelimeye bırakır: "Civilisation". Aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını bayraklaştıran iki kelime bu. İnsanlık düşe kalka ilerleyen bir kervandır. Avrupa: kılavuz. "Civilisation" dünyaya yayıldıkça savaşlar sona erecek, sefalet kölelik ortadan kalkacaklar. Bir gerçekten çok, bir amaç.
Avrupa "civilisation"un bir inhisar metaı olmadığını müsteşriklerden öğrenir. Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Milletlerin üstünlük iddiası zavallı bir vehim, bir kendini beğenmişlik.
Ama Batı intelijansiyası imtiyazlarıyla sarhoş, şımarık bir çocuktur. İlmin ifşalarına ancak işine geldiği zaman ve işine geldiği ölçüde itibar eder. Evet... birçok medeniyetler vardır dünyada, medeniyet daha doğrusu medeniyet müsveddeleri. Gerçek medeniyet Hıristiyan medeniyetidir, kapitalizmdir, sosyalizmdir.(2)
Almanlar "civilisation" mefhumunu "kultur"la karşılar. Kelimeyi Amerikanca'ya sokan Tylor'a (1871) göre kültür ve medeniyet: "İlimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, âdetleri ve insanın toplum hayatında kazandığı değer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür". Amerikan "culture"u Almanca "kultur"a cihanşümullük sağlar; Avrupa'nın bütün dilleri benimser kelimeyi. Yalnızca Fransızca 1930'lara kadar bu nevzuhur kültüre itibar etmez, kendi "culture" ve "civilisation"una sadık kalır. Yeni kelimenin Alman veya Amerikan içtimai ilimlerine büyük bir vuzuh getirdiği de iddia edilemez. Bir bakarsınız kültürle medeniyet aynı mefhumun iki ayrı ifadesi, bir bakarsınız aralarında dağlar kadar fark var. Kimine göre kültür, insanın olgunlaşmak için harcadığı çaba; medeniyet, dünyayı değiştirmek için giriştiği hareketler; biri amaç öteki araç. Kimine göre iki mefhum arasında yalnız bir hacim farkı var. Kimi, "Ne münasebet,diye sesini yükseltir. Almanca ‘kultur'u İngilizce ve Fransızca'ya maddî medeniyet diye çevirmeliyiz". Babil Kulesi.(3)
Bizim için kültür, yakın zamanlara kadar "hars"tı.(4) Antropologlarımız Amerikan irfanını yurdumuza cömertçe taşıyalı beri kültürden ne anlayacağımızı şaşırdık. İrfan değil bu kültür, maarif değil, galiba medeniyet de değil. Peki, ne? Ama...önce civilisation'u tanıyalım.
Civilisation, lugat hazinemize Reşit Paşa'nın armağanı, Batı'nın bir çok mefhum ve müesseseleri gibi. Paşa, Paris'ten yolladığı resmî yazılarda (1834) Türkçe karşılığını bulamadığı bu kelimeyi "terbiye-i nâs ve icray-ı nizâmat" olarak tarif eder. Civilisation -az sonra- Osmanlıca'ya "kalke" edilir: medeniyet. Namık Kemal'in coşkun belagati nevzuhur kelimeyi efkâr-ı umumiyeye şöyle takdim eder: "Medeniyet âsayişte kemâl'dir (asayiş: rahat, huzur, refah)", "hayat-ı beşerin kâfili"dir. Demek ki "Medeniyet aleyhine daha fazla kıyam etmek, ecel-i kazaya katillerden, haydutlardan ziyade muin olmaktır". "Medeniyeti zâid görenler, insanı tanımayanlardır". "Tabiat-ı beşer hüsn-ü intizama mâildir". Üstelik medeniyet, hürriyet ve istiklalin de kalesi: "Medenî olmayan milletler akvâm-ı mütemeddinenin esiri olmağa mahkûmdurlar." Ananeperestlik nice kavimleri esarete sürüklemiş. "Medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şey". "Bazıları medeniyeti ‘fuhşiyat' olarak tanıtıyorlar, yanlış. Fuhşiyat (medeniyetin) avârız-ı zâtiyesinden değil, nekais-i icraatındandır. Doğru.. Avrupa medeniyetinin nice kötülükleri, eksiklikleri var ama iktisab-ı medeniyete çalışan akvam için, tamamı tamamına Avrupa'yı taklitetmek neden lazım gelsin"? "Birtakım hakayik-i ilmiye vardır ki, dünyanını hiçbir tarafında değişmez. Hiçbir yerde sû-i tesiri görülmez... Tervic-i medeniyeti arzu edersek, bu kabilden olan hakayik-i nafiayı nerede bulursak iktibas ederiz". "Kendi ahlâkımızın icraatı, kendi aklımızın tasvibatı, âsâr-ı medeniyetin furutına ma'ziyâde kâfidir". Ülkemiz tarihinde kaç kere büyük medeniyetlerin "merkez-i intişârı" olmuş, "Şeriat-ı Muhammediyenin münci kaideleri...ve halkımızın fevkalade kabiliyeti elde iken", neden dünyayı hayran bırakacak medeniyetler kuramayalım?(5)
Medeniyeti millileştirmek isteyen bir anlayış. Tekâmül, mukaddeslerimizden feragatle olmaz. Batı'nın abeslerini değil, insanlığın keşiflerini iktibas edeceğiz. Maziyi muhafaza, fakat ayıklayarak. Yeniyi kabul, ama seçerek. Daha sonra Ziya Gökalp'ta şahidi olacağımız medeniyet ve harstefrikinin ilk taslağı.
Medeniyet kelimesi bu parlak müdafaaya rağmen halk tarafından benimsemez. Avrupa'dan gelen her mefhum için "garaz-ı nefsani"dir medeniyet (Yenişehirli Avni); "Tek dişi kalmış canavar"dır (Mehmed Akif). Kısaca kelimenin halk şuurunda yarattığı tedailer zengin, şımarık ve düşman bir Avrupa, sefahat, fuhşiyat.
Tanzimat aydınlarına dönelim...Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest nesilller için, medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür. Mefhumu ilmi çerçevesine oturtan tek yazar: Cevdet Paşa. Medeniyet, toplulukların hayatında ileri bir merhaledir, Paşa'ya göre. Önce devlet kurulur, insanlar düşman korkusunda âzad olurlar. Sonra "ihtiyatca-ı beşeriyelerini tahsile", kemalât-ı insaniyelerini tekmile" koyulur, yani medenileşirler. Demek ki, medeniyetin iki unsuru var: beşeri ihtiyaçların (bunlara maddi ihtiyaçlar da diyebiliriz) giderilmesi ve ahlak ve zeka bakımından olgunlaşma. İnsanlar bedeviyetten haderiyet ve medeniyete geçerler. Medeniyet ne bir ülkenin imtiyazıdır, ne bir kavmin. Paşa'ya göre, büyük medeniyetler "ulûm ve sanayi"leri, maarifleri ve bunca tecemmülat ve tekellüfat ve letaifleriyle beraber kıtaat-ı arzda" yer değiştirirler.
Medeniyeti, geline benzetiyor Paşa, diyar diyar dolaşan bir geline."İlm-i tarihin haber verdiği asırlardan mukaddem Hindistan'da...mahrem-i halvetsaray-ı havas" oluyor "arûs-u medeniyet". Oradan Bâbil'e ve Mısır'a geçiyor. Yine "Setre puş-u izz ü naz, ve...bir sınıf-ı mümtaza hemraz"dır. Sonra Yunanistan'a uğruyor nâzenin. "Keşf-i nikab ve selb-i icab ü hicab ile açılıp saçılarak" herkese gösteriyor kendini, çarşıda-pazarda dolaşıyor. Yunanistan yıkıldıktan sonra İskenderiye'ye otağ kuruyor. Ama "eskiden âlüfte olduğu Kıbt kavmine" yüz vermiyor bu defa. "Tedarik etmiş olduğu nev-âşinâyân-ı Yunan ile bir müddet, diyar-ı Mısır'da tertib-i bezm-i kermakerem-i ülfet ettikten sonra", "hıtt-i İrak"da boy gösteriyor. Ve bir müddet "elbise-i hadray-ı İslâmiye ile aktâr-ı Şarkiyede dolaşarak Mısır ve Garb yoluyla yine Avrupa kıt'asına çekilip orada payend-i istikrar dest-küşa-yı intişar olmuştur". Bundan sonra hangi tarafa gideceği ve ne renklere gireceği ve nasıl câmeler giyeceği" Allah'a malum.(6)
Paşa'nın sesi kendi sesimizdi: Şark'ın sesi. Tarihin esrarını, tarihçilerin en büyüğünden, tarihe "beşeri ilimlerin ilmi" haysiyeti kazandıran İbn Haldun'dan öğrenmişti Paşa. Bizce tek hatası oldu: umran gibi kucaklayıcı bir kelimeyi medeniyet gibi müphem ve mâzisiz bir hafza feda etmek.
Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardı İbn Haldun'a göre: Uman ve asabiyet. Umran, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, âdetler ve inançlar. Umran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime. Avrupa'nın hiçbir zaman ve hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütün. Tarihi inkişafın muharrik kuvveti: asabiyet, yani içtimai tesanüt. Umran, iki şekilde tezahür eder: bâdiye hayatı, şehir hayatı. Bedevîlik umranın ilk merhalesi, kendi kendini aşacak olan bir merhale. Haderiyetin de çeşitli merhaleleri var.
Umran'ı "içtimaî hayat"la karşılayabiliriz, en geniş mânâda içtimai hayat. İbn Haldun için temeddün'le umran farklı. Temeddün: şehir medeniyeti. Umran, hem bedevîliği hem haderîliği kucaklar: kültür ve medeniyet.
Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.
UMRANDAN UYGARLIĞA
Cemil Meriç
İletişim Yayınları
8. baskı 2003, Sf. 81 vd.
___________________________
(1) Civilisation, 1756'da Fransa'da doğmuş, XVIII.asrın hiçbir büyük sözlüğünde yok. Ansiklopediye de alınmamış. Akademinin lugatı 3.baskısında (1798) kelimeyi şöyle tanımlar: Medenileşme eylemi, yahut medenî olanın durumu. Daha sonraki sözlükler de aynı tarifi tekrar ederler. Bir kıtanın veya içtimai bir sınıfın azgın iştahlarını ifşa eden bir anlayış. Kim medenileşecek? İlk defa olarak 1890'da bugünküne oldukça yakın bir tarifle karşılaşırız; civilisation: insanlığın ahlakça, fikirce ve içtimai hayatça ilerlemesi. Hatzfeld. Darmesteter ve Thomas, Dictionnaire Général de la Langue Française, (Fransız dili Genel Sözlüğü).2 cilt, Delegrave, Paris 1889.
(2) Avrupa'nın bu aptalca narsisizmini aşağı yukarı bütün tarihlerinde görmek kabil. Rastgele bir örnek: "Çöküş devrinin en vahim günlerini hatırlatan bu buhranlı merhalede, Türkiye canlanmağa devam etmiş, o zamana kadar boyuna aleyhinde cephe aldığı bir medeniyetle temas kurmak istemiş, ona kapılarını açmış. Avrupa câmiasının alâkasını ve manevî yardımını kazanmağa çalışmış ve böylece Hıristiyanlığın barbarlığa karşı ittifakını geciktirmiştir". (Engelhardt, a.g.e.).
(3) Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, 1986, s. 9-48.
(4) İştikak,merakının dilimize musallat ettiği bu bedbaht kelime, Türk intelijansyası tarafından hiçbir zaman beğenilmemişti. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı maarif veya irfandı. Maarif-i Garbiye Batı kültürü demekti, sonra maarif, vazifesi irfan dağıtmak olan müesseseye alem oldu. Raif Necdet'i dinleyelim : "Bana hars'ın aheng-i telaffuzu pek abus, pek soğuk ve kaba geliyor. Bu kelimede mânâ olarak irfan kelimesinin hem latif, hem mânâ itibariyle daha nefis ve munis, daha kuvvetli ve şetaretli buluyorum" (Hayat-ı Edebiye, s.324)
(5) Namık Kemal'in medeniyetle ilgili görüşleri için bkz. Cemil Meriç, Mağaradakiler: "Eski bir put: Terakki", Ötüken yayınları, 2. baskı, 1980, s.214 vd.
(6) Cevdet Paşa'nın medeniyetle ilgili görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ümit Meriç Yazan, Cevdet Paşa'nın Toplum ve Devlet Görüşü, İnsan Yayınları 1992, 2.baskı, s.57 vd.
AYRICA ŞU TANITIMDA ÖNEMLİDİR
Çapkın, çakırkeyif, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zeka. Kırdırdığı zaman bile sevimli. Kitabı gülerek kapıyorum, yarı sarhoş, yarı mutlu, yarı doymuş, yarı aç.
Hangi Batı bir facianın hikayesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın.(1) Bu milli dram, şairin kalemiyle "féerique"leşmiş. Dost bir sesin musikisi, Ariel'in rebâbı gibi, sizi şiire ve şiirin'e kanatlandırıyor. Evet, İlhan'ın ilk vasfı bir sesi oluşu; sıcak ve aydınlık bir ses.
Düşüncelere gelince...Bu haşarı üslup, düşünce yumağı ile oynayan sevimli bir kedi yavrusu: koşuyor, zıplıyor, saklanıyor, tekrar fırlıyor bir köşeden. Kâh açılıyor, kâh düğümleniyor yumak. Arada bir koptuğu da oluyor. İlhan, çok defa şair, bazen gazeteci, bazen de bir derginin Paris muhabiri. Muallim Naci'nin tehzibinden geçmemiş bir Cenap. Türkçe yazan bir Ali Namık. Daha usta, daha tecrübeli bir Ali Kemal, Paris Musahabeleri'nin Ali Kemal'i.
Kitaba Niyazi Berkes'den bir epigrafla giriyoruz, iştihayı tıkayan kakavan bir epigraf. Bir avuç kelime leşi...
"Önsöz yerine", gerçek bir beyanname. Şuura bıçak gibi saplanan, yalın ve gür bir ifade. Uçurumun kenarında uyanan bir vicdan, nesillerin şikayetlerini haykırıyor, şikayet ve gafletlerini. Anlaşıyor muyuz? Temelde, evet; teferruatta, hayır.
"Çağdaşlaşma'yla batılılaşma arasındaki fark" ne demek?
Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. İntelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü... Çağdaşlaşmak elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira, apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir "anakronizm"in utancı içindeyiz, sözümona bir anakronizm. Bu ‘çağdışı' ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesi. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı'nın abeslerine perestiş olsun? Fâni ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak.
İlhan, çağdaşlaşmak "sorununu", "çağdaş yöntemlerle ulusal uygarlık bileşimi yapmak" diye alıyor. Çağdaş yöntem ne demek kuzum? Başka bir medeniyetin hazırladığı, başka bir medeniyetin hakimiyet kurmasına yarayan karanlık güçlerin bütünü değil mi? Bu yöntemler, ülkeden ülkeye aktarılabilir mi? Çok titiz, çok sabırlı bir ayıklamadan geçirilmeleri, ehlileştirilmeleri gerekmez mi? "Ulusal uygarlık" ağacına nasıl aşılayacağız bu yöntemleri? İki yüzyıldan beri aşılamaya çalışmıyor muyuz? Çağdaşlaşmak belli tedaileri olan bir kelime, cıvık, sinsi, kaypak,
Sevimli şair, felaketlerimizin kaynağını araştırırken " Tanzimat ve sonrası, bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir," diyor.. "bu düzen imparatorluğu batırmış, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyin bir tutum içermektedir."(2) Şüphe var mı? Dört kıtayı sömürerek palazlanan kapitalizm canavarı, bindiği dalı kesecek değildi ya!
Sonra hatalarımızın altını çiziyor İlhan: "Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı'nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi."(3) Bu şahane tespitlere bazı müdahaleler yapalım: yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık.Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale edemeyeceği, Danilevski'den beri bir kaziye-i muhkeme. Batı bizim sandığımız gibi değildi, iddiasına gelince hem doğru hem yanlış. Biz kimiz? Âtıf Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı... Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi? Üçüncü cümle, ‘Batılıperestler'e ithaf olunur, mahza hakikattir.
Batı'nın çıkmaza saplandığını ispat için, Batı yazarlarından fetva getirmeye lüzum var mı? Ne de olsa İlhan da bizden, yani Avrupalı. Önsözün kefere isimleriyle bitmesi hastalığın vehametini göstermiyor mu?
Birinci bölüm: " Neuilly'de bir Pencere". Bir şiir başlığı değil mi? Vaitkâr ve cazip. İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: "Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura ‘Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben'". Bu parçalanışın başka bir milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınları bir hıyanet psikozu içindedir...Bu bir alınyazısı mı? Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur? Elbet. İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahribat katibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimat'tan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır. "Frengi hastalığı"na, ama yine de halk. Bâbıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır: o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimai zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.
İdeololoji, hakim sınıfları, hakim sınıfın ideolojisidir, diyor kitap. Hakim sınıf: İngiliz, Fransız burjuvazisi. Padişah son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Bâbıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Batan bir gemide... Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Aydın, kadın gibidir, hercai, kaprisli, tembel. Plekhanov, Kleopatra'ya benzetir efendiciğimi. Azgın iştahları vardır. Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkar şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu'nu zevk panayırı haline getiren şuh aktrisler ve... mürebbiyeler (Hasan Sabbah'ın cenneti kaç para eder?). Bu kesif hücum karşısında, o dev cüsseli ve dev iştihalı intelijansiyamız nasıl dayanabilirdi?
Halk mâziye çivili. Bu, ahmakça bir taassup değil, insiyakî bir nefis müdafaası. Aydınların ihanetini biliyor. Korkuyor ve seziyor ki, hayatını idame ettirmenin tek şartı hareketsizlik Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avrupa'nın inayetiyle Türkiye'yi kendileri yönetecek. Kalabalığı savaşa hazırlamak mı, ne savaşı? Kalabalık Caliban'dır, sevimsiz, pis, ahmak Caliban.(4)
İntelijansiya, ülkesiyle her türlü bağlarını koparmış bir "désenchanté"ler topluluğu. İlhan doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: "Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransa resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur."(5)
Sonra, Pondiché'den, Antiller'den söz ediyor yazar. Ve oklarını aydın kardeşlerinin iman tahtasına saplıyor insafsızca: "Antilli yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem de nasıl var olan, koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara, elin Bulgar'ı sizin klasikleriniz nedir, diye sorunca bizim klasiklerimiz yoktur, cevabını alır.(6) Konuşan şiirin ta kendisi, şiirin yani mâşeri vicdanın. Var ol İlhan! Sonra yine nesre geçiş, nesre yani ukalalığa. Bir alay kefere ismi, sevimsiz ve lüzumsuz. Şahin, hep aynı yükseklikte kanat çırpamıyor. Ama bir kanat darbesiyle tekrar yükselebiliyor hakikata: "Yok, yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne lâf? Türk'üz, Türk kalacağız. Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz ( biraz karanlık değil mi?). Batılılık bu (neden batılılık olsun, insanlık). Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil".(7)
Arkasından, gerçek Paris'i bütün tezatlarıyla sergileyen birkaç sayfa. Orada "umutsuz çırpınışlar ve çizgi dışı arayışlar var"diyor İlhan. Yabancıları büyüleyen de Paris'in bu tarafı, ama "Paris'i iç yaşantısıyla, organik yaşamasıyla kendi düşlerimizi" karıştırmayalım. Çok doğru. Ortalama Fransız, bugün de baba Flaubert'in tiksinti ile öğürten o dar kafalı, o şaşı tecessüslü papağandır. Fransızın cihanşümul hamakatine ayna tutmak isteyenler, Flaubert'in Dictionnaire des Idées Reçues'ünü uzatıversin hazrete. Fransa, ne devler ne cüceler diyarı. Kapitalizmin bütün ihtişamını ve sefaletini vitrinleştiriyor sadece. İlhan, fazla konuşuyor belki, ama ne yapsın? Yurdunun afyonlaşmış intelijansiyasını uyarmak için İsrafil'in sûr'una sarılsa hakkı var.
Az sonra, şairin çok şairane bir hayretiyle karşı karşıyayız. Bir orta mektep tarih kitabında, Sümerleri, Hititleri hatta Etrüskleri bulamayınca afallıyor. Unutuyor ki tarih düpedüz bir ideolojidir. Avrupalının yazdığı tarih, Hristiyan Avrupa'nın gururunu okşayacak bir masallar yığınıdır. Hele orta mektep seviyesindeki tarih! Sayın İlhan, Anatole France üstadımızın Penguenler Adası'nı hatırlasın, bilhassa önsözünü. Her içtimai sınıfın, her milletin, her medeniyet camiasının kendine göre bir tarihi vardır, hatta her tarihçinin diyecektim.
Şairin elinde kelimeler zaman zaman, karanlıkları aydınlatan birer şimşek parıltısı oluveriyor. Yeni roman, gerçeküstücülük vs. hep belli bir bünyenin hastalıkları. Biz mecbur muyduk bunları ithale? İlhan doğru söylüyor: " Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunudur".(8)
İkinci bölüm: "Kuşku Kapısı". Yalanla beslenen bir neslin ızdıraplarıyla karşı karşıyasınız; ızdırapları, isyanları ve arayışlarıyla. "Yirmi yıldır her toplumsal sınavda çaka çaka başımız döndü" diyor şair. Sonra, intelijansiyamızı Baytekin'in uşağı Kolu'ya benzeterek faciayı bir mizaha beşerileştiriyor. Severek okuyacaksınız o sayfaları.(9) Asırlık faciayı üç kelimeye hapsetmiş: "Uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmak". "Hangimiz Batı'dan bizim toprağımıza gelmiş bir yaman Baytekin'in sağ kolu değiliz?...Filanın Baytekin'i Baertold Brecht'dir, falanınki André Breton'dur, feşmekanınki Sartre, Joyce ya da Garaudy!" Sonra coşuyor İlhan ve yeniden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz: "Çinhindi'nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikalılaşmak için nasıl bir takım Kolu'lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatını imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin"(10) Nur ol aziz şair!
Birden Metternich'in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:
"Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim'in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II.Mahmut son haddine vardırır. Babıali'ye tavsiyemiz şu: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdraklerinizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa'nın temel kanunları, Doğu'nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler".(11)
UMRANDAN UYGARLIĞA
Cemil Meriç
İletişim Yayınları
8. baskı 2003, Sf. 24 vd.
___________________________
(1) Atilla İlhan, Hangi Batı, ikinci basım, Bilgi yayınevi, İstanbul 1976.
(2) a.g.e. s.15
(3) a.g.e, s.17
(4) Shakespeare'in "Fırtına"sında adı geçen kahraman, Bir büyücü ile şeytanın oğlu. Daha büyük bir güce boyun eğmek zorunda kalır ama daima başkaldırır.
(5) a.g.e. s.28
(6) a.g.e. s.30
(7) a.g.e. s.30
(8) a.g.e. s.83
(9) a.g.e. s.91 vd.
(10) a.g.e. s. 94
(11) Engelhardt. Ed. La Turquie et le Tanzimat, Paris, A. Cotillon, 2. cilt, 1882-1884, c.1, s.48 vd. Türkçe çevirisi Ali Reşat, Türkiye ve Tanzimat, Kanaat Kütüphanesi, 1912.
Cemil Meriç'in konuyla ilgili diğer bazı yazıları için bkz. Bu Ülke, "Avrupa'nın Yeni bir İhraç Metaı". İletişim Yayınları, 7. baskı, 1992. s. 97-98. Mağaradakiler, "Kültür ve Emperyalizm". Ötüken Yayınları, 1. Baskı, 1978, s.38 vd. "Sola Göre Kültür Emperyalizmi", a.g.e s. 46 vd. Kırk Ambar, "Avrupalılaşma mı Avrupalılaştırma mı?". Ötüken Yayınları, 1980, s. 263 vd.
Avrupa dillerinde zarafeti, çelebiliği -kısaca medeniliği ifade eden kelime "police" idi. "Police" XVII. Asırdan itibaren bugünkü mânâda kullanılmaya başlanır: Zaptiye. Ve yerini yeni bir kelimeye bırakır: "Civilisation". Aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını bayraklaştıran iki kelime bu. İnsanlık düşe kalka ilerleyen bir kervandır. Avrupa: kılavuz. "Civilisation" dünyaya yayıldıkça savaşlar sona erecek, sefalet kölelik ortadan kalkacaklar. Bir gerçekten çok, bir amaç.
Avrupa "civilisation"un bir inhisar metaı olmadığını müsteşriklerden öğrenir. Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Milletlerin üstünlük iddiası zavallı bir vehim, bir kendini beğenmişlik.
Ama Batı intelijansiyası imtiyazlarıyla sarhoş, şımarık bir çocuktur. İlmin ifşalarına ancak işine geldiği zaman ve işine geldiği ölçüde itibar eder. Evet... birçok medeniyetler vardır dünyada, medeniyet daha doğrusu medeniyet müsveddeleri. Gerçek medeniyet Hıristiyan medeniyetidir, kapitalizmdir, sosyalizmdir.(2)
Almanlar "civilisation" mefhumunu "kultur"la karşılar. Kelimeyi Amerikanca'ya sokan Tylor'a (1871) göre kültür ve medeniyet: "İlimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, âdetleri ve insanın toplum hayatında kazandığı değer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür". Amerikan "culture"u Almanca "kultur"a cihanşümullük sağlar; Avrupa'nın bütün dilleri benimser kelimeyi. Yalnızca Fransızca 1930'lara kadar bu nevzuhur kültüre itibar etmez, kendi "culture" ve "civilisation"una sadık kalır. Yeni kelimenin Alman veya Amerikan içtimai ilimlerine büyük bir vuzuh getirdiği de iddia edilemez. Bir bakarsınız kültürle medeniyet aynı mefhumun iki ayrı ifadesi, bir bakarsınız aralarında dağlar kadar fark var. Kimine göre kültür, insanın olgunlaşmak için harcadığı çaba; medeniyet, dünyayı değiştirmek için giriştiği hareketler; biri amaç öteki araç. Kimine göre iki mefhum arasında yalnız bir hacim farkı var. Kimi, "Ne münasebet,diye sesini yükseltir. Almanca ‘kultur'u İngilizce ve Fransızca'ya maddî medeniyet diye çevirmeliyiz". Babil Kulesi.(3)
Bizim için kültür, yakın zamanlara kadar "hars"tı.(4) Antropologlarımız Amerikan irfanını yurdumuza cömertçe taşıyalı beri kültürden ne anlayacağımızı şaşırdık. İrfan değil bu kültür, maarif değil, galiba medeniyet de değil. Peki, ne? Ama...önce civilisation'u tanıyalım.
Civilisation, lugat hazinemize Reşit Paşa'nın armağanı, Batı'nın bir çok mefhum ve müesseseleri gibi. Paşa, Paris'ten yolladığı resmî yazılarda (1834) Türkçe karşılığını bulamadığı bu kelimeyi "terbiye-i nâs ve icray-ı nizâmat" olarak tarif eder. Civilisation -az sonra- Osmanlıca'ya "kalke" edilir: medeniyet. Namık Kemal'in coşkun belagati nevzuhur kelimeyi efkâr-ı umumiyeye şöyle takdim eder: "Medeniyet âsayişte kemâl'dir (asayiş: rahat, huzur, refah)", "hayat-ı beşerin kâfili"dir. Demek ki "Medeniyet aleyhine daha fazla kıyam etmek, ecel-i kazaya katillerden, haydutlardan ziyade muin olmaktır". "Medeniyeti zâid görenler, insanı tanımayanlardır". "Tabiat-ı beşer hüsn-ü intizama mâildir". Üstelik medeniyet, hürriyet ve istiklalin de kalesi: "Medenî olmayan milletler akvâm-ı mütemeddinenin esiri olmağa mahkûmdurlar." Ananeperestlik nice kavimleri esarete sürüklemiş. "Medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şey". "Bazıları medeniyeti ‘fuhşiyat' olarak tanıtıyorlar, yanlış. Fuhşiyat (medeniyetin) avârız-ı zâtiyesinden değil, nekais-i icraatındandır. Doğru.. Avrupa medeniyetinin nice kötülükleri, eksiklikleri var ama iktisab-ı medeniyete çalışan akvam için, tamamı tamamına Avrupa'yı taklitetmek neden lazım gelsin"? "Birtakım hakayik-i ilmiye vardır ki, dünyanını hiçbir tarafında değişmez. Hiçbir yerde sû-i tesiri görülmez... Tervic-i medeniyeti arzu edersek, bu kabilden olan hakayik-i nafiayı nerede bulursak iktibas ederiz". "Kendi ahlâkımızın icraatı, kendi aklımızın tasvibatı, âsâr-ı medeniyetin furutına ma'ziyâde kâfidir". Ülkemiz tarihinde kaç kere büyük medeniyetlerin "merkez-i intişârı" olmuş, "Şeriat-ı Muhammediyenin münci kaideleri...ve halkımızın fevkalade kabiliyeti elde iken", neden dünyayı hayran bırakacak medeniyetler kuramayalım?(5)
Medeniyeti millileştirmek isteyen bir anlayış. Tekâmül, mukaddeslerimizden feragatle olmaz. Batı'nın abeslerini değil, insanlığın keşiflerini iktibas edeceğiz. Maziyi muhafaza, fakat ayıklayarak. Yeniyi kabul, ama seçerek. Daha sonra Ziya Gökalp'ta şahidi olacağımız medeniyet ve harstefrikinin ilk taslağı.
Medeniyet kelimesi bu parlak müdafaaya rağmen halk tarafından benimsemez. Avrupa'dan gelen her mefhum için "garaz-ı nefsani"dir medeniyet (Yenişehirli Avni); "Tek dişi kalmış canavar"dır (Mehmed Akif). Kısaca kelimenin halk şuurunda yarattığı tedailer zengin, şımarık ve düşman bir Avrupa, sefahat, fuhşiyat.
Tanzimat aydınlarına dönelim...Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest nesilller için, medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür. Mefhumu ilmi çerçevesine oturtan tek yazar: Cevdet Paşa. Medeniyet, toplulukların hayatında ileri bir merhaledir, Paşa'ya göre. Önce devlet kurulur, insanlar düşman korkusunda âzad olurlar. Sonra "ihtiyatca-ı beşeriyelerini tahsile", kemalât-ı insaniyelerini tekmile" koyulur, yani medenileşirler. Demek ki, medeniyetin iki unsuru var: beşeri ihtiyaçların (bunlara maddi ihtiyaçlar da diyebiliriz) giderilmesi ve ahlak ve zeka bakımından olgunlaşma. İnsanlar bedeviyetten haderiyet ve medeniyete geçerler. Medeniyet ne bir ülkenin imtiyazıdır, ne bir kavmin. Paşa'ya göre, büyük medeniyetler "ulûm ve sanayi"leri, maarifleri ve bunca tecemmülat ve tekellüfat ve letaifleriyle beraber kıtaat-ı arzda" yer değiştirirler.
Medeniyeti, geline benzetiyor Paşa, diyar diyar dolaşan bir geline."İlm-i tarihin haber verdiği asırlardan mukaddem Hindistan'da...mahrem-i halvetsaray-ı havas" oluyor "arûs-u medeniyet". Oradan Bâbil'e ve Mısır'a geçiyor. Yine "Setre puş-u izz ü naz, ve...bir sınıf-ı mümtaza hemraz"dır. Sonra Yunanistan'a uğruyor nâzenin. "Keşf-i nikab ve selb-i icab ü hicab ile açılıp saçılarak" herkese gösteriyor kendini, çarşıda-pazarda dolaşıyor. Yunanistan yıkıldıktan sonra İskenderiye'ye otağ kuruyor. Ama "eskiden âlüfte olduğu Kıbt kavmine" yüz vermiyor bu defa. "Tedarik etmiş olduğu nev-âşinâyân-ı Yunan ile bir müddet, diyar-ı Mısır'da tertib-i bezm-i kermakerem-i ülfet ettikten sonra", "hıtt-i İrak"da boy gösteriyor. Ve bir müddet "elbise-i hadray-ı İslâmiye ile aktâr-ı Şarkiyede dolaşarak Mısır ve Garb yoluyla yine Avrupa kıt'asına çekilip orada payend-i istikrar dest-küşa-yı intişar olmuştur". Bundan sonra hangi tarafa gideceği ve ne renklere gireceği ve nasıl câmeler giyeceği" Allah'a malum.(6)
Paşa'nın sesi kendi sesimizdi: Şark'ın sesi. Tarihin esrarını, tarihçilerin en büyüğünden, tarihe "beşeri ilimlerin ilmi" haysiyeti kazandıran İbn Haldun'dan öğrenmişti Paşa. Bizce tek hatası oldu: umran gibi kucaklayıcı bir kelimeyi medeniyet gibi müphem ve mâzisiz bir hafza feda etmek.
Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardı İbn Haldun'a göre: Uman ve asabiyet. Umran, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, âdetler ve inançlar. Umran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime. Avrupa'nın hiçbir zaman ve hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütün. Tarihi inkişafın muharrik kuvveti: asabiyet, yani içtimai tesanüt. Umran, iki şekilde tezahür eder: bâdiye hayatı, şehir hayatı. Bedevîlik umranın ilk merhalesi, kendi kendini aşacak olan bir merhale. Haderiyetin de çeşitli merhaleleri var.
Umran'ı "içtimaî hayat"la karşılayabiliriz, en geniş mânâda içtimai hayat. İbn Haldun için temeddün'le umran farklı. Temeddün: şehir medeniyeti. Umran, hem bedevîliği hem haderîliği kucaklar: kültür ve medeniyet.
Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.
UMRANDAN UYGARLIĞA
Cemil Meriç
İletişim Yayınları
8. baskı 2003, Sf. 81 vd.
___________________________
(1) Civilisation, 1756'da Fransa'da doğmuş, XVIII.asrın hiçbir büyük sözlüğünde yok. Ansiklopediye de alınmamış. Akademinin lugatı 3.baskısında (1798) kelimeyi şöyle tanımlar: Medenileşme eylemi, yahut medenî olanın durumu. Daha sonraki sözlükler de aynı tarifi tekrar ederler. Bir kıtanın veya içtimai bir sınıfın azgın iştahlarını ifşa eden bir anlayış. Kim medenileşecek? İlk defa olarak 1890'da bugünküne oldukça yakın bir tarifle karşılaşırız; civilisation: insanlığın ahlakça, fikirce ve içtimai hayatça ilerlemesi. Hatzfeld. Darmesteter ve Thomas, Dictionnaire Général de la Langue Française, (Fransız dili Genel Sözlüğü).2 cilt, Delegrave, Paris 1889.
(2) Avrupa'nın bu aptalca narsisizmini aşağı yukarı bütün tarihlerinde görmek kabil. Rastgele bir örnek: "Çöküş devrinin en vahim günlerini hatırlatan bu buhranlı merhalede, Türkiye canlanmağa devam etmiş, o zamana kadar boyuna aleyhinde cephe aldığı bir medeniyetle temas kurmak istemiş, ona kapılarını açmış. Avrupa câmiasının alâkasını ve manevî yardımını kazanmağa çalışmış ve böylece Hıristiyanlığın barbarlığa karşı ittifakını geciktirmiştir". (Engelhardt, a.g.e.).
(3) Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, 1986, s. 9-48.
(4) İştikak,merakının dilimize musallat ettiği bu bedbaht kelime, Türk intelijansyası tarafından hiçbir zaman beğenilmemişti. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı maarif veya irfandı. Maarif-i Garbiye Batı kültürü demekti, sonra maarif, vazifesi irfan dağıtmak olan müesseseye alem oldu. Raif Necdet'i dinleyelim : "Bana hars'ın aheng-i telaffuzu pek abus, pek soğuk ve kaba geliyor. Bu kelimede mânâ olarak irfan kelimesinin hem latif, hem mânâ itibariyle daha nefis ve munis, daha kuvvetli ve şetaretli buluyorum" (Hayat-ı Edebiye, s.324)
(5) Namık Kemal'in medeniyetle ilgili görüşleri için bkz. Cemil Meriç, Mağaradakiler: "Eski bir put: Terakki", Ötüken yayınları, 2. baskı, 1980, s.214 vd.
(6) Cevdet Paşa'nın medeniyetle ilgili görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ümit Meriç Yazan, Cevdet Paşa'nın Toplum ve Devlet Görüşü, İnsan Yayınları 1992, 2.baskı, s.57 vd.
Çapkın, çakırkeyif, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zeka. Kırdırdığı zaman bile sevimli. Kitabı gülerek kapıyorum, yarı sarhoş, yarı mutlu, yarı doymuş, yarı aç.
Hangi Batı bir facianın hikayesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın.(1) Bu milli dram, şairin kalemiyle "féerique"leşmiş. Dost bir sesin musikisi, Ariel'in rebâbı gibi, sizi şiire ve şiirin'e kanatlandırıyor. Evet, İlhan'ın ilk vasfı bir sesi oluşu; sıcak ve aydınlık bir ses.
Düşüncelere gelince...Bu haşarı üslup, düşünce yumağı ile oynayan sevimli bir kedi yavrusu: koşuyor, zıplıyor, saklanıyor, tekrar fırlıyor bir köşeden. Kâh açılıyor, kâh düğümleniyor yumak. Arada bir koptuğu da oluyor. İlhan, çok defa şair, bazen gazeteci, bazen de bir derginin Paris muhabiri. Muallim Naci'nin tehzibinden geçmemiş bir Cenap. Türkçe yazan bir Ali Namık. Daha usta, daha tecrübeli bir Ali Kemal, Paris Musahabeleri'nin Ali Kemal'i.
Kitaba Niyazi Berkes'den bir epigrafla giriyoruz, iştihayı tıkayan kakavan bir epigraf. Bir avuç kelime leşi...
"Önsöz yerine", gerçek bir beyanname. Şuura bıçak gibi saplanan, yalın ve gür bir ifade. Uçurumun kenarında uyanan bir vicdan, nesillerin şikayetlerini haykırıyor, şikayet ve gafletlerini. Anlaşıyor muyuz? Temelde, evet; teferruatta, hayır.
"Çağdaşlaşma'yla batılılaşma arasındaki fark" ne demek?
Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. İntelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü... Çağdaşlaşmak elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira, apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir "anakronizm"in utancı içindeyiz, sözümona bir anakronizm. Bu ‘çağdışı' ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesi. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı'nın abeslerine perestiş olsun? Fâni ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak.
İlhan, çağdaşlaşmak "sorununu", "çağdaş yöntemlerle ulusal uygarlık bileşimi yapmak" diye alıyor. Çağdaş yöntem ne demek kuzum? Başka bir medeniyetin hazırladığı, başka bir medeniyetin hakimiyet kurmasına yarayan karanlık güçlerin bütünü değil mi? Bu yöntemler, ülkeden ülkeye aktarılabilir mi? Çok titiz, çok sabırlı bir ayıklamadan geçirilmeleri, ehlileştirilmeleri gerekmez mi? "Ulusal uygarlık" ağacına nasıl aşılayacağız bu yöntemleri? İki yüzyıldan beri aşılamaya çalışmıyor muyuz? Çağdaşlaşmak belli tedaileri olan bir kelime, cıvık, sinsi, kaypak,
Sevimli şair, felaketlerimizin kaynağını araştırırken " Tanzimat ve sonrası, bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir," diyor.. "bu düzen imparatorluğu batırmış, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyin bir tutum içermektedir."(2) Şüphe var mı? Dört kıtayı sömürerek palazlanan kapitalizm canavarı, bindiği dalı kesecek değildi ya!
Sonra hatalarımızın altını çiziyor İlhan: "Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı'nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi."(3) Bu şahane tespitlere bazı müdahaleler yapalım: yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık.Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale edemeyeceği, Danilevski'den beri bir kaziye-i muhkeme. Batı bizim sandığımız gibi değildi, iddiasına gelince hem doğru hem yanlış. Biz kimiz? Âtıf Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı... Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi? Üçüncü cümle, ‘Batılıperestler'e ithaf olunur, mahza hakikattir.
Batı'nın çıkmaza saplandığını ispat için, Batı yazarlarından fetva getirmeye lüzum var mı? Ne de olsa İlhan da bizden, yani Avrupalı. Önsözün kefere isimleriyle bitmesi hastalığın vehametini göstermiyor mu?
Birinci bölüm: " Neuilly'de bir Pencere". Bir şiir başlığı değil mi? Vaitkâr ve cazip. İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: "Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura ‘Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben'". Bu parçalanışın başka bir milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınları bir hıyanet psikozu içindedir...Bu bir alınyazısı mı? Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur? Elbet. İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahribat katibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimat'tan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır. "Frengi hastalığı"na, ama yine de halk. Bâbıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır: o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimai zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.
İdeololoji, hakim sınıfları, hakim sınıfın ideolojisidir, diyor kitap. Hakim sınıf: İngiliz, Fransız burjuvazisi. Padişah son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Bâbıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Batan bir gemide... Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Aydın, kadın gibidir, hercai, kaprisli, tembel. Plekhanov, Kleopatra'ya benzetir efendiciğimi. Azgın iştahları vardır. Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkar şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu'nu zevk panayırı haline getiren şuh aktrisler ve... mürebbiyeler (Hasan Sabbah'ın cenneti kaç para eder?). Bu kesif hücum karşısında, o dev cüsseli ve dev iştihalı intelijansiyamız nasıl dayanabilirdi?
Halk mâziye çivili. Bu, ahmakça bir taassup değil, insiyakî bir nefis müdafaası. Aydınların ihanetini biliyor. Korkuyor ve seziyor ki, hayatını idame ettirmenin tek şartı hareketsizlik Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avrupa'nın inayetiyle Türkiye'yi kendileri yönetecek. Kalabalığı savaşa hazırlamak mı, ne savaşı? Kalabalık Caliban'dır, sevimsiz, pis, ahmak Caliban.(4)
İntelijansiya, ülkesiyle her türlü bağlarını koparmış bir "désenchanté"ler topluluğu. İlhan doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: "Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransa resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur."(5)
Sonra, Pondiché'den, Antiller'den söz ediyor yazar. Ve oklarını aydın kardeşlerinin iman tahtasına saplıyor insafsızca: "Antilli yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem de nasıl var olan, koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara, elin Bulgar'ı sizin klasikleriniz nedir, diye sorunca bizim klasiklerimiz yoktur, cevabını alır.(6) Konuşan şiirin ta kendisi, şiirin yani mâşeri vicdanın. Var ol İlhan! Sonra yine nesre geçiş, nesre yani ukalalığa. Bir alay kefere ismi, sevimsiz ve lüzumsuz. Şahin, hep aynı yükseklikte kanat çırpamıyor. Ama bir kanat darbesiyle tekrar yükselebiliyor hakikata: "Yok, yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne lâf? Türk'üz, Türk kalacağız. Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz ( biraz karanlık değil mi?). Batılılık bu (neden batılılık olsun, insanlık). Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil".(7)
Arkasından, gerçek Paris'i bütün tezatlarıyla sergileyen birkaç sayfa. Orada "umutsuz çırpınışlar ve çizgi dışı arayışlar var"diyor İlhan. Yabancıları büyüleyen de Paris'in bu tarafı, ama "Paris'i iç yaşantısıyla, organik yaşamasıyla kendi düşlerimizi" karıştırmayalım. Çok doğru. Ortalama Fransız, bugün de baba Flaubert'in tiksinti ile öğürten o dar kafalı, o şaşı tecessüslü papağandır. Fransızın cihanşümul hamakatine ayna tutmak isteyenler, Flaubert'in Dictionnaire des Idées Reçues'ünü uzatıversin hazrete. Fransa, ne devler ne cüceler diyarı. Kapitalizmin bütün ihtişamını ve sefaletini vitrinleştiriyor sadece. İlhan, fazla konuşuyor belki, ama ne yapsın? Yurdunun afyonlaşmış intelijansiyasını uyarmak için İsrafil'in sûr'una sarılsa hakkı var.
Az sonra, şairin çok şairane bir hayretiyle karşı karşıyayız. Bir orta mektep tarih kitabında, Sümerleri, Hititleri hatta Etrüskleri bulamayınca afallıyor. Unutuyor ki tarih düpedüz bir ideolojidir. Avrupalının yazdığı tarih, Hristiyan Avrupa'nın gururunu okşayacak bir masallar yığınıdır. Hele orta mektep seviyesindeki tarih! Sayın İlhan, Anatole France üstadımızın Penguenler Adası'nı hatırlasın, bilhassa önsözünü. Her içtimai sınıfın, her milletin, her medeniyet camiasının kendine göre bir tarihi vardır, hatta her tarihçinin diyecektim.
Şairin elinde kelimeler zaman zaman, karanlıkları aydınlatan birer şimşek parıltısı oluveriyor. Yeni roman, gerçeküstücülük vs. hep belli bir bünyenin hastalıkları. Biz mecbur muyduk bunları ithale? İlhan doğru söylüyor: " Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunudur".(8)
İkinci bölüm: "Kuşku Kapısı". Yalanla beslenen bir neslin ızdıraplarıyla karşı karşıyasınız; ızdırapları, isyanları ve arayışlarıyla. "Yirmi yıldır her toplumsal sınavda çaka çaka başımız döndü" diyor şair. Sonra, intelijansiyamızı Baytekin'in uşağı Kolu'ya benzeterek faciayı bir mizaha beşerileştiriyor. Severek okuyacaksınız o sayfaları.(9) Asırlık faciayı üç kelimeye hapsetmiş: "Uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmak". "Hangimiz Batı'dan bizim toprağımıza gelmiş bir yaman Baytekin'in sağ kolu değiliz?...Filanın Baytekin'i Baertold Brecht'dir, falanınki André Breton'dur, feşmekanınki Sartre, Joyce ya da Garaudy!" Sonra coşuyor İlhan ve yeniden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz: "Çinhindi'nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikalılaşmak için nasıl bir takım Kolu'lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatını imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin"(10) Nur ol aziz şair!
Birden Metternich'in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:
"Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim'in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II.Mahmut son haddine vardırır. Babıali'ye tavsiyemiz şu: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdraklerinizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa'nın temel kanunları, Doğu'nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler".(11)
UMRANDAN UYGARLIĞA
Cemil Meriç
İletişim Yayınları
8. baskı 2003, Sf. 24 vd.
___________________________
(1) Atilla İlhan, Hangi Batı, ikinci basım, Bilgi yayınevi, İstanbul 1976.
(2) a.g.e. s.15
(3) a.g.e, s.17
(4) Shakespeare'in "Fırtına"sında adı geçen kahraman, Bir büyücü ile şeytanın oğlu. Daha büyük bir güce boyun eğmek zorunda kalır ama daima başkaldırır.
(5) a.g.e. s.28
(6) a.g.e. s.30
(7) a.g.e. s.30
(8) a.g.e. s.83
(9) a.g.e. s.91 vd.
(10) a.g.e. s. 94
(11) Engelhardt. Ed. La Turquie et le Tanzimat, Paris, A. Cotillon, 2. cilt, 1882-1884, c.1, s.48 vd. Türkçe çevirisi Ali Reşat, Türkiye ve Tanzimat, Kanaat Kütüphanesi, 1912.
Cemil Meriç'in konuyla ilgili diğer bazı yazıları için bkz. Bu Ülke, "Avrupa'nın Yeni bir İhraç Metaı". İletişim Yayınları, 7. baskı, 1992. s. 97-98. Mağaradakiler, "Kültür ve Emperyalizm". Ötüken Yayınları, 1. Baskı, 1978, s.38 vd. "Sola Göre Kültür Emperyalizmi", a.g.e s. 46 vd. Kırk Ambar, "Avrupalılaşma mı Avrupalılaştırma mı?". Ötüken Yayınları, 1980, s. 263 vd.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekkür ederiz.