HER FİKİR İÇİMDE BİR ÇİFT KELEPÇE - ENGİN ERDEMİR

Bir ara (19 Aralık 2014) haber bültenlerini takip ederken birinde Pınar Selek davasının 4. kez beraatla sonuçlandığı bildiriliyordu. Haberi yeğenim Şevval’le (o zamanlar yaş 10) birlikte dinledik. Pınar Selek ismini duyduğu anda Şevval’in tepkisi beni hem şaşırttı hem de zaten düşündüklerim üzerine bir daha düşünmeye sevk etti: “Pınar Selek, benim en sevdiğim yazarlardan biri. İki kitabını (Su Damlası, Yeşil Kız) okudum, ikisi de çok iyiydi.” Onun bu yorumu, birkaç farklı temel içeriğe sahip göründü bir anda. Öncelikle 10 yaşındaki bir çocuğun, kitap ve yazar konusunda geliştirdiği eleştirel refleksin hakikatiyle karşılaşmak beni şaşırttı. Belki okuma-yazma eğilimini, öğreniminin ilk anından itibaren okuduğu 350’yi aşkın kitapla geliştirmiş bir çocuğun bu eylem tarzına sahip oluşu olağandı ancak bunun bu kadar erken ortaya çıkışı yine de benim için müspet manada şaşırtıcıydı. Bu içerikle bağlantılı bir diğer nokta, ona yukarıdaki tercihi yapmasını sağlayacak olguların hepsinin aynı anda orada bulunmuş olması. Yani tercihleri arasına Pınar Selek isminin yerleşmesini sağlayabilecek ortamın varoluşudur. Hem ferdî hem de toplumsal manada bir okuma kültürünün gelişimini ancak ön kabullerden arındırılmış böylesine bütüncül kitaplıklar sağlayabilecektir.

Bir diğer mesele, Türkiye’de hangi mahiyetteki iktidar hâkim olursa olsun diğerlerinden bir farkı olmaksızın, fikrin yayılmasının herhangi bir akamete uğratılamadığı gerçeğidir. Ben bunu herhangi bir ilkokulun sınıflarından birinde bulunan kitaplıktaki kitapların varlığından çıkarıyorum. 16 yıl boyunca suçluluğu yönünde sabit-somut delil bulunmadan yargılanıp 4 kez beraat aldığı bir davanın muhatabı olarak Pınar Selek isminin masalları, çocukların dünyasına girmek konusunda herhangi bir engelle karşılaşmıyor anlaşılan. Ancak çocukların ve biz büyüklerin dünyasına girmekte sorun yaşamayan, yapay ve bayat olgular da her zaman mevcut elbet; o da Pınar Selek gibi isimlerin şahsında müşahhaslaşmış, Türkiye bürokrasisinde yerleşik hale gelmiş, pasif-pragmatist eğilimler ile birlikte gerçekleşen ideolojik kaymaların yansımalarıdır.

Eğer merkeze adil olmak kararlılığını yerleştir(e)miyorsanız, o zaman çevreden gelen hiçbir hakiki bilginin sizin için bir gerçeklik değeri de olmuyor. Bu kaynaktan beslenen bütün etkiler gündelik pratikte de hepimizin hayatında birçok tercihimizin önünde engel teşkil edip tercihlerimizi yönlendirdi ve yönlendirmeye de devam ediyor. Devlet teşkilatının gelenekselleşmiş bu yapısal sorunu, toplumu kuran fertlerin üzerinde daima bir baskıya sebep olmuştur. Adlî ve siyasî tarihimizin sahne olduğu bu kapsamda daha birçok dava var tabi ki. Siyasî diyorum çünkü Türkiye’de adil davranma eylemi ile ilgili her türlü gayret nihayetinde siyasallaşır ya da zaten siyasal bir kimlikle vücut bularak süreğenleşir. Ancak davaların siyasallaşması bir yana edebî ve ilmî gayretin siyaset aygıtıyla mündemiç mecralarda politik kimliğe bürünmesinin etkileri daha kuvvetli ve yıkıcıdır.

Bürokrasinin gizil kodlarıyla karşıladığı ve “mahkûm bile edemediği isimler”, olgusal mânâda yukarıda sayılanlardan etkilense de toplum nezdinde -en azından devletin bu yapısal sorununa dair bilinç ve fikir sahibi olanlar için- itibarlarını kaybetmiş gibi gözüküyorlar. Çünkü biliyoruz ki, işkence, baskı ve tecritle karşılaşmış olanlar, içtihatlarının müsbetliği noktasındaki duruşları dolayısıyla varlıklarını koruyabilmişlerdir. Buna başka bir örnek vermek gerekirse Salih Mirzabeyoğlu’nun davası bizim için sarih bir örnektir. Onun da yine suçluluğu yönünde somut delillerin olmayışı, kitaplarını okumamış “yetkili”lerin kitaplarından bahisle suçlar yöneltmeleri bir anlamda yine 16 yıllık (2014 itibariyle) sürecin bürokratik kodlarla ilintili olarak sürdürüldüğünü gösteriyor bize. Bu tür yargılamaların arka planını oluşturan bütün saiklerin, içerik doldurmak anlamında aynı gayretin ürünü oldukları bize daha anlaşılır bir yorum gibi geliyor.

Şimdi bir haber, iki kitap, bir çocuk üzerine kurulan bu yazının bu konuya nasıl evrildiğini anlamak konusunda endişeleri olanlar olabilir. Hatta davalarından bahsettiğim iki ismin nasıl bir tutulabileceği ve masumiyet derecesinin bir olmadığı konusunda muhtelif eleştiriler de olabilir. Benim buna bir açıklama getirmem gerekmez ama yine de yazının ve meselenin daha anlaşılabilir hale gelmesi adına yine de söyleyeyim. Pınar Selek ve Salih Mirzabeyoğlu isimlerini burada karşı karşıya kaldıkları süreçlerin benzerliğini gördüğüm için birinin davasını diğerine muadil olarak verebiliyorum. Elbette siyasî ve dinî saikler, yargılar ve pratikler anlamında durdukları noktalar birbirinden farklı olabilir ancak ben de zaten içlerinden birini tercih edilebilir kılmak için bir gayret göstermiyorum. Birinin diğerinden daha fazla acı, işkence ve baskı görmüş olmasını da tartışmıyorum. Yazının odağı, fikir ile kitabın herhangi bir kaba sığdırılamayan ve birbirini var eden özler olduğunu düşünerek, gündemimize girmesi gerekenin, “bir türlü mahkûm ettirilememiş isimlerin” varlıklarını fikirleri aracılığıyla sürdürmeye devam ettirdikleridir. Türkiye’nin müesses hale gelmiş eğilimlerinin, fikir ve okur dünyasındaki yerinin sorgulanmasıdır bu yazı.

Yazının sonuna kadar bu iki isim üzerinden geliştirilen çözüm, giriş paragrafındaki meseleye bir cevap olarak da değerlendirilebilir. 10 yaşındaki bir çocuğa en sevdiği yazarlardan birinin beraatle ilişkilendirilebilecek ne yaptığını anlatmak biraz zor oluyor tahmin edersiniz ki. Hatta ona daha önce beraatin manasını anlatmak gerekiyor ki yazarın 4 kez bununla karşılaşmış olmasını daha doğru biçimde anlamlandırabilsin. Salih Mirzabeyoğlu ismi de belki şimdilik içerisinde bulunduğum anlamsızlık deryasında kendime verdiğim bir cevaptır, daha sonra da biliyorum ki o çocuk için de bir cevaba dönüşecektir. Çünkü düzen, küçüklerin zihnini kitap ve tefekküre yormasından daha ziyade, parçası olduğu nizâmla sürekli hesaplaşmaya sevk ediyor. Gerçekliğimizi sorgulamaya ilkokul seviyesinden itibaren başlamaya mecbur edilişimiz gibi bir netice de çıkıyor ortaya. İnandığım bir şey varsa bir çocuğun ve “sınıf” arkadaşlarının bu mücadeleden zaferle çıkma olasılığının yüksek olduğudur. Ona şiddete iştirak etmiş “beyaz” bir sosyal bilimciden ziyade, (en azından) iki sağlam kitap sahibi bir yazar kalacaktır bu mücadeleden geriye. Zamanı geldiğinde “Müslüman terörist” söyleminin mukim olduğu dili fikrinden arındırıp, hür tefekkürün namusunu 16 yıl (2014 itibariyle) tecritte muhafaza etme mücadelesini tek başına verebilmiş bir mütefekkirin fikirleri üzerine düşünebilecek. Böylece sorumlu bilinç sahibi olmanın gereklerini görünür kılarak, bununla ömrünü ihata edecek bütünlüğü kurmuş olacak.

Şair “Her fikir içimde bir çift kelepçe.” diyordu hani; bu yazı, çocuğun dünyasından içim(iz)deki kelepçeye bir anahtar bulmanın da umududur.



Yorumlar

Müfîd Ne Demektir?

İfâde eden, meramı güzel anlatan. Mânalı, mânidâr. Faydalı, faydayı mucib olan. Mütâlâsından istifade olunan.