“Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî,
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf.”(BÂKÎ)
Filozoflar, hikmet ehli, hayatlarının büyük çoğunluğunu ızdırap içre geçirmişlerdir. Doğu'da da Batı'da da bu böyledir. Eski Yunan’da, Eski Mezopotamya’da, Orta Asya’da, 19. Yüzyıl Avrupa’sında hâsılı her çağda, toplumdan topluma her karış toprağında dünyanın, bu böyle olmuştur. Fikir sancılıdır. Mütefekkir, filozof her an can çekişir. Yönetim, insanlar; hikmet sahibini anlamakta güçlük çekerler, mütefekkirlerin ufuklarından ya rahatsız olurlar ya da uçuk buldukları için onlara eza ve cefayı layık görürler. Ta ki onlar ölünceye kadar.
Rahmetli Ferid Kam şöyle buyurur;
Varlığında nice ehli hünerin,
Bir tutam tuz bile konmaz aşına,
Öldürürler evvel O’nu acından,
Sonra anıt dikerler başına.
Epigrafta kullandığımız beyit sıradan bir beyit değildir. Bâkî’nin bunu söylemesinin ardındaki sebepleri incelemek gerekir. İncelemek gerekir ve bu sebepler manzumesinin aslında, yeryüzünün her karış toprağındaki düşünürlerin, mütefekkirlerin ortak acısı olduğunu bilmek gerekir.
Bâkî’ye hakkı olan Şeyhülislamlık verilmeyince Bâkî;
“Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf .” demiştir. Nitekim öyle de olmuştur:
Kanûnî’nin, ‘Devrimde Bâkî gibi bir şâir yetiştiği için iftihar ediyorum.’ dediği şâirler sultanının vefatı İstanbul ilim, fikir ve sanat çevrelerinde derin bir üzüntü uyandırmıştır.
Cenâze namazında bütün devlet erkânı, vezirler, âlimler, şâirler ve mahşerî bir halk kitlesi büyük şâiri son yolculuğuna uğurlamak üzere Fatih Camii’nde toplanmıştır. Cemâat camii avlusundan taşmış, saltanatın işleri bir günlüğüne durmuştur. Tabutu Fatih’ten Edirnekapı’daki kabrine kadar hiç yürümeden eller üzerinde nakledilmiştir.
Şeyhu’l-İslâm Sun’ullah Efendi, cenâze namazı kıldırmak üzere şâirin musallâdaki tabutunun başına geldiğinde o mahşerî kalabalığı görünce Bâkî’nin;
“Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf. ” (*)
Beytini okumaktan kendini alamayıp ağlamış ve cemâati de ağlatmıştır.[1]
Kısacası ölümünün ardından insanlar el pençe divan durmuşlardır karşısında şairin. Bir düşünürün.
Toplumlar kahir ekseriyeti ortak zihin paradigmalarına sahip bireylerden oluşur. Bu zihin paradigmasına bağlı kalmak zahiri bir mutluluk; bu zihin paradigmasından ayrı düşmek ise zahiri bir ızdırap sağlar kişiye. Öte yandan bu zihin paradigması yanlış ise ve bir kişi, bu kişi mütefekkirdir, bu paradigmaya karşı koyuyorsa zahiren acı çekse de ruhu huzur içindedir.
Sokrates’in çektiği acı, baldıran zehri içmesi ve kıymetinin sonradan bilinmesi; İbn Arabi’nin Sin’in Şın’a dahil olmasının ardından anlaşılması; Necip Fazıl’ın Reis Bey adlı tiyatro eserinde 'Etmeyin Reis Bey siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!'' diyen zanlının, idam edilen zanlının, masum olduğunun sonradan orataya çıkması hep sonradan gelen af gibi. Peki ama; KİŞİNİN ÖLÜMÜNDEN SONRA KIYMETİNİN BİLİNMESİ NEYE YARAR? İdamdan sonra gelen af neye yarar?
Tek bir şeye yarar, tek bir şeyi ispat eder ve bu ispata bu hayat değer. İnandığı davanın doğru olduğunun ortaya çıkması karşılığında insandan canı isteniyor. Bu insanlar zaten hakikatin yoluna koyulmakla geçmişlerdi o candan.
Düşünmek acı çekmektir. Diline geleni söyleyememek yahut söyleyip canı cellata teslim etmektir.
Birçok düşünürün geçmişte yaptığı gibi, şimdi yapanlar gibi ve gelecekte yapacak olanlar gibi.
[1] Mehmet Çavuşoğlu, Bâkî/TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1991), 4 / 537-540; Bâkî/MEB-İslâm Ansiklopedisi (Eskişehir-1997), 2/ 243-253; İskender Pala, Bâkî /Ağaç-Osmanlı Ansiklopedisi (İstanbul-1993), 3 / 84-85; Türk Dili ve Edebiyâtı Ansiklopedisi,1/300-302; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, 1/204-208; Osmanlı Müellifleri (İstanbul-1972), 2/52-53.
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf.”(BÂKÎ)
Filozoflar, hikmet ehli, hayatlarının büyük çoğunluğunu ızdırap içre geçirmişlerdir. Doğu'da da Batı'da da bu böyledir. Eski Yunan’da, Eski Mezopotamya’da, Orta Asya’da, 19. Yüzyıl Avrupa’sında hâsılı her çağda, toplumdan topluma her karış toprağında dünyanın, bu böyle olmuştur. Fikir sancılıdır. Mütefekkir, filozof her an can çekişir. Yönetim, insanlar; hikmet sahibini anlamakta güçlük çekerler, mütefekkirlerin ufuklarından ya rahatsız olurlar ya da uçuk buldukları için onlara eza ve cefayı layık görürler. Ta ki onlar ölünceye kadar.
Rahmetli Ferid Kam şöyle buyurur;
Varlığında nice ehli hünerin,
Bir tutam tuz bile konmaz aşına,
Öldürürler evvel O’nu acından,
Sonra anıt dikerler başına.
Epigrafta kullandığımız beyit sıradan bir beyit değildir. Bâkî’nin bunu söylemesinin ardındaki sebepleri incelemek gerekir. İncelemek gerekir ve bu sebepler manzumesinin aslında, yeryüzünün her karış toprağındaki düşünürlerin, mütefekkirlerin ortak acısı olduğunu bilmek gerekir.
Bâkî’ye hakkı olan Şeyhülislamlık verilmeyince Bâkî;
“Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf .” demiştir. Nitekim öyle de olmuştur:
Kanûnî’nin, ‘Devrimde Bâkî gibi bir şâir yetiştiği için iftihar ediyorum.’ dediği şâirler sultanının vefatı İstanbul ilim, fikir ve sanat çevrelerinde derin bir üzüntü uyandırmıştır.
Cenâze namazında bütün devlet erkânı, vezirler, âlimler, şâirler ve mahşerî bir halk kitlesi büyük şâiri son yolculuğuna uğurlamak üzere Fatih Camii’nde toplanmıştır. Cemâat camii avlusundan taşmış, saltanatın işleri bir günlüğüne durmuştur. Tabutu Fatih’ten Edirnekapı’daki kabrine kadar hiç yürümeden eller üzerinde nakledilmiştir.
Şeyhu’l-İslâm Sun’ullah Efendi, cenâze namazı kıldırmak üzere şâirin musallâdaki tabutunun başına geldiğinde o mahşerî kalabalığı görünce Bâkî’nin;
“Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf. ” (*)
Beytini okumaktan kendini alamayıp ağlamış ve cemâati de ağlatmıştır.[1]
Kısacası ölümünün ardından insanlar el pençe divan durmuşlardır karşısında şairin. Bir düşünürün.
Toplumlar kahir ekseriyeti ortak zihin paradigmalarına sahip bireylerden oluşur. Bu zihin paradigmasına bağlı kalmak zahiri bir mutluluk; bu zihin paradigmasından ayrı düşmek ise zahiri bir ızdırap sağlar kişiye. Öte yandan bu zihin paradigması yanlış ise ve bir kişi, bu kişi mütefekkirdir, bu paradigmaya karşı koyuyorsa zahiren acı çekse de ruhu huzur içindedir.
Sokrates’in çektiği acı, baldıran zehri içmesi ve kıymetinin sonradan bilinmesi; İbn Arabi’nin Sin’in Şın’a dahil olmasının ardından anlaşılması; Necip Fazıl’ın Reis Bey adlı tiyatro eserinde 'Etmeyin Reis Bey siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!'' diyen zanlının, idam edilen zanlının, masum olduğunun sonradan orataya çıkması hep sonradan gelen af gibi. Peki ama; KİŞİNİN ÖLÜMÜNDEN SONRA KIYMETİNİN BİLİNMESİ NEYE YARAR? İdamdan sonra gelen af neye yarar?
Tek bir şeye yarar, tek bir şeyi ispat eder ve bu ispata bu hayat değer. İnandığı davanın doğru olduğunun ortaya çıkması karşılığında insandan canı isteniyor. Bu insanlar zaten hakikatin yoluna koyulmakla geçmişlerdi o candan.
Düşünmek acı çekmektir. Diline geleni söyleyememek yahut söyleyip canı cellata teslim etmektir.
Birçok düşünürün geçmişte yaptığı gibi, şimdi yapanlar gibi ve gelecekte yapacak olanlar gibi.
[1] Mehmet Çavuşoğlu, Bâkî/TDV-İslâm Ansiklopedisi (İstanbul-1991), 4 / 537-540; Bâkî/MEB-İslâm Ansiklopedisi (Eskişehir-1997), 2/ 243-253; İskender Pala, Bâkî /Ağaç-Osmanlı Ansiklopedisi (İstanbul-1993), 3 / 84-85; Türk Dili ve Edebiyâtı Ansiklopedisi,1/300-302; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, 1/204-208; Osmanlı Müellifleri (İstanbul-1972), 2/52-53.