Descartes “cogito ergo sum” ile şu ayrımı yapmıştı: Res cogitans ve res extensa(1). Yani, düşünce ile mekan ve uzam arasında ortaya çıkan bir mesafe. Hayvanların, düşünceden yoksun oluşları, düşünebilen tek varlığın insan olması, bilinç ile bilinçsizlik karşıtlığı ise zamanla şiddeti ortaya çıkardı. Özneyi ve insanı tecrit eden, onu çevresinden, ilintili olduğu dünyadan ayıran bu “düşünce” hakimiyeti, Spinoza’nın(2) ve daha sonraları Nietzsche’nin(3), yakın zamanlarda Deleuze(4) gibi düşünürlerin vurgu yaptığı ‘beden’ olgusunu geri planda bırakmıştı. Husserl, bu formülü daha sonra ‘ego cogito cogitatum”(5) şeklinde düzenleyerek, düşünceye (esasen bilince) ‘yönelimselliğini’ teslim etti. Heidegger ise, bunu ‘Dasein’ (1) üzerine analizleriyle biraz daha ileri götürdü. Peki bu fark niçin önemli? Neden bu manada bir ‘özne’, yani Agora’ya dışarıdan bakan bilinç ile Agora’nın içinde olan bilinç arasında bir fark gözetelim?
Bunun cevabını Heidegger ‘teknik’ üzerine eleştirileriyle vermiştir. Maalesef modern insan, doğayı ‘standing reserve’ olarak çerçevelemiş (gestell)(6) ve onun üzerinde, yani res extensa üzerine, res cogitans’ın, düşüncenin, bilincin özerkliği rüyasıyla tahakküm kurmuştur. Adorno’nun ve Frankfurt Okulu’nun Aydınlanma eleştirisi (7) buraya odaklanır. Aklın yüceltilmesi, bedenin, doğanın küçümsenişine ve bu da teknikle beraber gelen faşizme sebep olmuştur. Tekrar soralım, böylesi bir tahakküm bize ne getirmiş, bizden ne götürmüştür?
Psikanalist Lacan’da iki temel evre olan İmgesel ve Simgesel (8) kavramlarıyla bu hadiseye yaklaşacak olursak, şu sonuca varırız: Her doğan çocuk, mevcut Simgesel düzen içine doğar. Bu düzen, Foucault’nun ‘episteme’, ‘söylem’, ‘ifade’ açısından arkeolojisini (9) yaptığı düzendir. Çocuklarımız ve bizler, çağın ‘epistemesinden’ kaçamayız. Varlık, bize kendini bu ‘epistemede’ açar. Bilinçdışı ve Simgesel düzen dilde örgütlenir, dille aktarılır. Ancak burada bir olumsuzlukla karşılaşırız: Çağın epistemesi, insanın, Descartesçı paradigmanın sebep olduğu ‘hesap yapan düşünce’ olarak vuku bulmaktadır. Haliyle, kaçacak bir yerimizin olmadığı ‘Simgesel düzen’, bizi özlü düşünceden, Varlık’tan alıkoymakta, Varlık’ın tezahür ettiği, tecelli ettiği yerde, onu gizlemektedir. Aslında Heidegger’de Varlık, kendini açığa çıkardığı an, yine gizlemiştir. Zira, Dasein da tarihseldir. Söylemin hem celladı, hem kurbanıdır.
Varlık, İbni Arabi’nin ifade ettiği ‘Hakk’ın tecellileri’ (10) gibi, sürekli tecelli etmekte, Deleuze ve Guattari’nin ‘Virtüel’ (11) olarak adlandırdığı potansiyel değişim, tarihin değişik noktalarında ‘edimselleşmektedir’. Ancak bugün, meseleye Hegel’in ‘Geist’, ‘Mutlak Tin’ (12) ruhuyla değil, ‘aynı yerde iki defa aynı şekilde tecelli etmeyen Hakk’, sürekli değişen bağlam, ‘differance’, farklar ve farklılıklar oyunu olarak bakmamız gerekir. Bu durum, bize hiyerarşik, dikey bir tarih değil, hem yatay, hem dikey, karmaşık ağlardan, iç içe geçişlerden, etkilerden, kopmalardan ve birleşmelerden oluşan daha farklı bir tarih anlayışı verecektir. Başka bir ifadeyle, Deleuze’ün (13) ‘rizom’ dediği, köksapsı bir tarih anlayışını. Batı Felsefesi tarihini incelerken, meseleye bu gözle bakmamız bize bir yarar getirebilir. Düşünürlerin, felsefe sistemlerini kendi içkinlikleri içerisinde inceleyip, irdeleyip, sistem kaygılarından uzak, eklektik yeni bir düzlem kurma imkanına erişebiliriz. Eklektik ile senkretik kavramlarını karıştırmamak gerek. Birleme değil, yaşama Nietzscheci bir olumlamadır kastedilen. Sadık kalmaktan da bahsedilmiyor burada. Zizek’in Bedensiz Organlar’da (14) ifade ettiği gibi: Bir filozofa sadık kalmak, örneğin Kant’a, asıl ihanettir. Sözü edilen imkan, bizi İslam medeniyetinin altın çağlarını yaşadığı günlerde olduğu gibi, yeniden özgüvenli ve irfan sahibi kılacak düşünceye doğru bir sıçrama, hür bir iradenin tekrar tomurcuk verişidir.
Eğer bu bakış açısıyla dünyaya yaklaşırsak, kendimizi sürekli ‘öteki’nin aynasında gördüğümüzün farkında olarak, öteki ile ilişkide olduğumuz bir toplumsallıkta buluruz. Öteki yoksa, Dasein da yoktur. Öteki olmadan, özne de yoktur. Ancak burada Hegelci diyalektik anlayışının da ötesine çıkmayı öneriyoruz. Öteki kimdir? Daha geniş manada, Öteki dildir. Dilin ta kendisidir. Bizler, ancak dilin dünyasına girerek toplumsallaşabiliriz. Haliyle, Wittgenstein’ın ifade ettiği ‘dil oyunlarını’ (15) oynayarak, birbirimizle ilişkide bulunuruz. Heidegger, dilin bu yönünü ‘ilintili olmak’ olarak ifade ediyor (1). Dil, adlandırma, resim çizme, taslağını yapma gibi işlevlere ek olarak, hep bir ilintililik haliyle ortaya çıkar. Dolayısıyla, ne etikten, ne ahlaktan kaçabiliriz. Uzlaşımsal olan dilden kaçtığımız an, dil dışı, mantığın, anlamın olmadığı, imgesel bir düzene geri dönmüşüz demektir. Bu da, temel varlık konstitüsyonlarımızdan olan ‘birlikte oluşa’ ve dilin bizatihi kendisine aykırıdır. ‘Kaçıyorum’ diyen birisi ancak kendini kandırıyordur. Kaçıyorum diyen birisi, sırf bu ifadesiyle dahi ‘toplumsaldır’. Nasıl kaçabiliriz? Dil mantığın ta kendisidir ve mantık, ancak ‘kabul’ ile mümkündür. Wittgenstein, ‘Kesinlik Üzerine’ (16) adlı kitabında, ‘temelin temelsiz olduğunu, yani onu öylece kabul ettiğimizi’ söylüyor. Dolayısıyla, insan toplumdan kaçsa dahi, dilden kaçamayacağı için, bu haliyle toplumun ve temelsiz mantığın tam da içindedir.
Bu durum insanın hem aczi, hem de imkanıdır: Dilin, ‘lakırtı’ve ‘hesapçı’ kısmından, ‘özlü düşünme’ kısmına doğru yöneliş. Bugün, medya ve piyasa yoluyla, çağın hakimiyet anlayışıyla bizleri Varlık’tan, Hakk’tan, kendimizden, birbirimizden ayıran, yeri geldiğinde Eros’u, yeri geldiğinde Thanatos’u keyfince kullanan Söylem’den en azından haberdar olmamız gerek. Yanlış bir hayatı doğru yaşamak mümkün olabilir mi? Simgesel düzenden kaçış mümkün olmasa da, onu onarmayı denemek mümkündür! Yani, yanlış hayatı, düzeltmeye çalışmak. Nietzsche’nin, insanın ölümünü, üstinsanın doğuşunu müjdelediği gibi, bizler de umudumuzun, düşlerimizin, barışın, onurlu bir yaşamın hayalini müjdeleyebiliriz. Bunu yapmak da, ancak insana, farklara, farklılıklara, yaşama, suya, aldığımız her nefese hürmet ederek mümkün olabilir. Ancak böylece bir Darüsselam inşa edebiliriz. Rahmeti gazabını geçenin, Rahman’ın nefesiyle.
Peki, tüm bu söylenenler, bir ütopya olmaktan öteye gidebilir mi? Spinoza’nın eleştirisi gibi, burada sadece siyasi bir ütopya mı çiziyoruz? Hegelci veya Marksçı diyalektik, köle – efendi karşıtlığı, dikotomiler dışında bir tarih resmetmek mümkün müdür? İnşa edilecek bu tarihle birlikte, yeni bir bugün ve gelecek kurulabilir mi?
Bu sorulara verilecek cevabımız, yine Derrida üzerinden olacak: Metnin dışında bir şey yoktur (17). Niyetimiz, bir içkinlik düzlemi kurmak, kendi içinde bir anlayış ortaya koymaktır. Wittgenstein’ın dediği gibi, “devrimci devrimi kendinde yapandır”. Felsefe, falcılık yapmak değildir neticede. Bir çevre, ufak bir bağlam dahi değişse, fikir başarıya ulaşmıştır. Bu yüzden, başarı her zaman ihtimal dahilindedir ve insanın görevi ona ulaşmayı denemektir. Ateşe su taşıyan kuşlar gibi. Vicdanın celbine kulak verdiğimizde, ateşe su taşırız. Ateş söner mi? Sönecek mi? Bunları sormadan evvel, vicdanın çağrısına kulak verelim.
KAYNAKÇA
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Agora Kitaplığı, 2009
Ulus Baker, Virgül, Ekim 1997
Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Bedeni Küçümseyenler Hakkında, Panama Yayıncılık, 2011
Gilles Deleuze, Spinoza Pratik Felsefe, Norgunk Yayıncılık, 2011
Kamuran Gödelek, Kesin Bir Bilim Olarak Felsefenin Kartezyen Dayanakları, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, s. 24
Martin Heidegger, The Question Concerning Technology, 1977, s. 10
Özlem Duva, Mitleşen Aydınlanma – Araçsallaşan Rasyonalite, DEU Felsefe Sempozyumları, 2012
Erdoğan Özmen, Lacan – Ayna Evresi ve Marx, Birikim Dergisi, 2012
Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi, Ayrıntı Yayınları, 2014
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida – Tasavvuf ve Yapısöküm, Ayrıntı Yayınları, 2016
Kudret Aras, Gilles Deleuze’de Sorun/Sorunsal Kavramı, Düşünme Dergisi, s.33
Şener Aksu, Hegel ve Tarih Felsefesi, Anı Yayınları, 2006
Damian Sutton, David Martin-Jones, Yeni Bir Bakışla Deleuze, Kolektif Kitap, s. 23
Slavoj Zizek, Bedensiz Organlar, Monokl, 2015
Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, Metis, 2015
Ludwig Wittgenstein, Kesinlik Üzerine + Kültür ve Değer, Metis, 2009
Jacques Derrida, Of Grammatology, John Hopkins University Press, 1997, (158)
Bunun cevabını Heidegger ‘teknik’ üzerine eleştirileriyle vermiştir. Maalesef modern insan, doğayı ‘standing reserve’ olarak çerçevelemiş (gestell)(6) ve onun üzerinde, yani res extensa üzerine, res cogitans’ın, düşüncenin, bilincin özerkliği rüyasıyla tahakküm kurmuştur. Adorno’nun ve Frankfurt Okulu’nun Aydınlanma eleştirisi (7) buraya odaklanır. Aklın yüceltilmesi, bedenin, doğanın küçümsenişine ve bu da teknikle beraber gelen faşizme sebep olmuştur. Tekrar soralım, böylesi bir tahakküm bize ne getirmiş, bizden ne götürmüştür?
Psikanalist Lacan’da iki temel evre olan İmgesel ve Simgesel (8) kavramlarıyla bu hadiseye yaklaşacak olursak, şu sonuca varırız: Her doğan çocuk, mevcut Simgesel düzen içine doğar. Bu düzen, Foucault’nun ‘episteme’, ‘söylem’, ‘ifade’ açısından arkeolojisini (9) yaptığı düzendir. Çocuklarımız ve bizler, çağın ‘epistemesinden’ kaçamayız. Varlık, bize kendini bu ‘epistemede’ açar. Bilinçdışı ve Simgesel düzen dilde örgütlenir, dille aktarılır. Ancak burada bir olumsuzlukla karşılaşırız: Çağın epistemesi, insanın, Descartesçı paradigmanın sebep olduğu ‘hesap yapan düşünce’ olarak vuku bulmaktadır. Haliyle, kaçacak bir yerimizin olmadığı ‘Simgesel düzen’, bizi özlü düşünceden, Varlık’tan alıkoymakta, Varlık’ın tezahür ettiği, tecelli ettiği yerde, onu gizlemektedir. Aslında Heidegger’de Varlık, kendini açığa çıkardığı an, yine gizlemiştir. Zira, Dasein da tarihseldir. Söylemin hem celladı, hem kurbanıdır.
Varlık, İbni Arabi’nin ifade ettiği ‘Hakk’ın tecellileri’ (10) gibi, sürekli tecelli etmekte, Deleuze ve Guattari’nin ‘Virtüel’ (11) olarak adlandırdığı potansiyel değişim, tarihin değişik noktalarında ‘edimselleşmektedir’. Ancak bugün, meseleye Hegel’in ‘Geist’, ‘Mutlak Tin’ (12) ruhuyla değil, ‘aynı yerde iki defa aynı şekilde tecelli etmeyen Hakk’, sürekli değişen bağlam, ‘differance’, farklar ve farklılıklar oyunu olarak bakmamız gerekir. Bu durum, bize hiyerarşik, dikey bir tarih değil, hem yatay, hem dikey, karmaşık ağlardan, iç içe geçişlerden, etkilerden, kopmalardan ve birleşmelerden oluşan daha farklı bir tarih anlayışı verecektir. Başka bir ifadeyle, Deleuze’ün (13) ‘rizom’ dediği, köksapsı bir tarih anlayışını. Batı Felsefesi tarihini incelerken, meseleye bu gözle bakmamız bize bir yarar getirebilir. Düşünürlerin, felsefe sistemlerini kendi içkinlikleri içerisinde inceleyip, irdeleyip, sistem kaygılarından uzak, eklektik yeni bir düzlem kurma imkanına erişebiliriz. Eklektik ile senkretik kavramlarını karıştırmamak gerek. Birleme değil, yaşama Nietzscheci bir olumlamadır kastedilen. Sadık kalmaktan da bahsedilmiyor burada. Zizek’in Bedensiz Organlar’da (14) ifade ettiği gibi: Bir filozofa sadık kalmak, örneğin Kant’a, asıl ihanettir. Sözü edilen imkan, bizi İslam medeniyetinin altın çağlarını yaşadığı günlerde olduğu gibi, yeniden özgüvenli ve irfan sahibi kılacak düşünceye doğru bir sıçrama, hür bir iradenin tekrar tomurcuk verişidir.
Eğer bu bakış açısıyla dünyaya yaklaşırsak, kendimizi sürekli ‘öteki’nin aynasında gördüğümüzün farkında olarak, öteki ile ilişkide olduğumuz bir toplumsallıkta buluruz. Öteki yoksa, Dasein da yoktur. Öteki olmadan, özne de yoktur. Ancak burada Hegelci diyalektik anlayışının da ötesine çıkmayı öneriyoruz. Öteki kimdir? Daha geniş manada, Öteki dildir. Dilin ta kendisidir. Bizler, ancak dilin dünyasına girerek toplumsallaşabiliriz. Haliyle, Wittgenstein’ın ifade ettiği ‘dil oyunlarını’ (15) oynayarak, birbirimizle ilişkide bulunuruz. Heidegger, dilin bu yönünü ‘ilintili olmak’ olarak ifade ediyor (1). Dil, adlandırma, resim çizme, taslağını yapma gibi işlevlere ek olarak, hep bir ilintililik haliyle ortaya çıkar. Dolayısıyla, ne etikten, ne ahlaktan kaçabiliriz. Uzlaşımsal olan dilden kaçtığımız an, dil dışı, mantığın, anlamın olmadığı, imgesel bir düzene geri dönmüşüz demektir. Bu da, temel varlık konstitüsyonlarımızdan olan ‘birlikte oluşa’ ve dilin bizatihi kendisine aykırıdır. ‘Kaçıyorum’ diyen birisi ancak kendini kandırıyordur. Kaçıyorum diyen birisi, sırf bu ifadesiyle dahi ‘toplumsaldır’. Nasıl kaçabiliriz? Dil mantığın ta kendisidir ve mantık, ancak ‘kabul’ ile mümkündür. Wittgenstein, ‘Kesinlik Üzerine’ (16) adlı kitabında, ‘temelin temelsiz olduğunu, yani onu öylece kabul ettiğimizi’ söylüyor. Dolayısıyla, insan toplumdan kaçsa dahi, dilden kaçamayacağı için, bu haliyle toplumun ve temelsiz mantığın tam da içindedir.
Bu durum insanın hem aczi, hem de imkanıdır: Dilin, ‘lakırtı’ve ‘hesapçı’ kısmından, ‘özlü düşünme’ kısmına doğru yöneliş. Bugün, medya ve piyasa yoluyla, çağın hakimiyet anlayışıyla bizleri Varlık’tan, Hakk’tan, kendimizden, birbirimizden ayıran, yeri geldiğinde Eros’u, yeri geldiğinde Thanatos’u keyfince kullanan Söylem’den en azından haberdar olmamız gerek. Yanlış bir hayatı doğru yaşamak mümkün olabilir mi? Simgesel düzenden kaçış mümkün olmasa da, onu onarmayı denemek mümkündür! Yani, yanlış hayatı, düzeltmeye çalışmak. Nietzsche’nin, insanın ölümünü, üstinsanın doğuşunu müjdelediği gibi, bizler de umudumuzun, düşlerimizin, barışın, onurlu bir yaşamın hayalini müjdeleyebiliriz. Bunu yapmak da, ancak insana, farklara, farklılıklara, yaşama, suya, aldığımız her nefese hürmet ederek mümkün olabilir. Ancak böylece bir Darüsselam inşa edebiliriz. Rahmeti gazabını geçenin, Rahman’ın nefesiyle.
Peki, tüm bu söylenenler, bir ütopya olmaktan öteye gidebilir mi? Spinoza’nın eleştirisi gibi, burada sadece siyasi bir ütopya mı çiziyoruz? Hegelci veya Marksçı diyalektik, köle – efendi karşıtlığı, dikotomiler dışında bir tarih resmetmek mümkün müdür? İnşa edilecek bu tarihle birlikte, yeni bir bugün ve gelecek kurulabilir mi?
Bu sorulara verilecek cevabımız, yine Derrida üzerinden olacak: Metnin dışında bir şey yoktur (17). Niyetimiz, bir içkinlik düzlemi kurmak, kendi içinde bir anlayış ortaya koymaktır. Wittgenstein’ın dediği gibi, “devrimci devrimi kendinde yapandır”. Felsefe, falcılık yapmak değildir neticede. Bir çevre, ufak bir bağlam dahi değişse, fikir başarıya ulaşmıştır. Bu yüzden, başarı her zaman ihtimal dahilindedir ve insanın görevi ona ulaşmayı denemektir. Ateşe su taşıyan kuşlar gibi. Vicdanın celbine kulak verdiğimizde, ateşe su taşırız. Ateş söner mi? Sönecek mi? Bunları sormadan evvel, vicdanın çağrısına kulak verelim.
KAYNAKÇA
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Agora Kitaplığı, 2009
Ulus Baker, Virgül, Ekim 1997
Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Bedeni Küçümseyenler Hakkında, Panama Yayıncılık, 2011
Gilles Deleuze, Spinoza Pratik Felsefe, Norgunk Yayıncılık, 2011
Kamuran Gödelek, Kesin Bir Bilim Olarak Felsefenin Kartezyen Dayanakları, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, s. 24
Martin Heidegger, The Question Concerning Technology, 1977, s. 10
Özlem Duva, Mitleşen Aydınlanma – Araçsallaşan Rasyonalite, DEU Felsefe Sempozyumları, 2012
Erdoğan Özmen, Lacan – Ayna Evresi ve Marx, Birikim Dergisi, 2012
Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi, Ayrıntı Yayınları, 2014
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida – Tasavvuf ve Yapısöküm, Ayrıntı Yayınları, 2016
Kudret Aras, Gilles Deleuze’de Sorun/Sorunsal Kavramı, Düşünme Dergisi, s.33
Şener Aksu, Hegel ve Tarih Felsefesi, Anı Yayınları, 2006
Damian Sutton, David Martin-Jones, Yeni Bir Bakışla Deleuze, Kolektif Kitap, s. 23
Slavoj Zizek, Bedensiz Organlar, Monokl, 2015
Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, Metis, 2015
Ludwig Wittgenstein, Kesinlik Üzerine + Kültür ve Değer, Metis, 2009
Jacques Derrida, Of Grammatology, John Hopkins University Press, 1997, (158)