ENGİN ERDEMİR - DECIDE TO BE CAIN OR TO BE SHEEP/ GAYRİ-SAHİCİ TARİH

İyi bir soru, iyi bir soruya verilen bütün iyi cevaplardan daima daha kıymetlidir. Heidegger’in dediği gibi insanın gayesi de ‘soru olma’ gayretinden başka bir şey değildir. O halde yapılması gereken şey, iyi ve doğru bir soru ile başlamak, meseleyi anlamaya. Anlamı eyleme çağıran sorudur nasıl olsa.

Tarihi işgalciler mi kurar yoksa direnenler mi? Kaybedenin ya da kazananın kim olduğunun bir önemi olmadığını varsayarak tarihi kuranın kim olduğunu söylemek zor değil. El cevap, kahir ekseriyetle yargımız, tarihin kurucusu olduğu düşünülenlerin işgalciler olduğudur. Toprağı, düşleri ve varoluşu işgal eden her türden unsur tarihin yapıcısı olduğu iddiasını güncel tutma gayretindedir. Tarih yapma iktidarını elinde bulunduranlar, sınırların, düşlerin ve varoluşun da ne olduğuna karar veren iradeye de sahiptir.


Tarih, zamanında iktidarı ele geçirmiş olan soyluların, egemenlerin ya da orta sınıfın önemsediği olayları anlatır. Yoksullar ve yaşamın “alt/aşağı” kabul edilen boyutları, “tarih yapmazlar”.[1] Bu tez doğrultusunda, tarihin tek doğrultulu okuması olarak ilerlemeci tarih anlayışı, tek bir tarihin varlığından bahseder, bütün farklı okumaları reddedip iktidarın kimin elinde olduğunu dikkate alarak tarihi tanımlar. Tek doğrultulu tarih okumasını ancak ‘işgalciler’ yapar.

Böyle bir tarih anlayışını kabul eden merkez ile bu idealin kabul ettirildiği çevre arasındaki mesabeyi ölçmeye kalktığımızda geriye kalan hakikatin ta kendisi olmalıdır. Burada ise iktidar hakikate göre değil hakikat iktidara göre şekillenir. Ancak tarih kurucuların iddiasına itiraz edebilen ve gayri-sahici bir bütünün içinde yer alındığını haykıran oyunbozanlar da her daim var olmuştur. Biz Anadolu topraklarında oyun bozma sırası bize geldiğinde, yani vakti ve mekânı kuşandığımızda bütün bu kabulleri asla sahiplenmek zorunda olmadığımızı her daim sarih bir şekilde gösterdik.

İşgalin İlk Günü, Alçak Uçuş


15 Temmuz gecesi, bu itiraz gösterisinin son sahnesi oldu. Toprağımıza, düşlerimize ve varoluşumuza müdahale hakkını kendinde bulanlar, bu üç olgunun hiç birinin içerisinde yer almadıklarını gördüler. Beklenmedik bir alçaklığın ortasında bulduğumuzda kendimizi egemen olanın kim olduğuna ancak bizim karar verebileceğimizi de gösterdik, yani tarihi kuranın.

Gerçekten alçaklık dediğimiz şey beklenmedik bir durum mudur? Haddini bilenin hiç kimseye had bildirmeye yeltenmediği gerçekliği ortadayken vicdan sınırlarını ihlal eden bu alçaklık kimin aklına gelirdi? Emin olun, Alçaklığın Evrensel Tarihi’ni yazan J. L. Borges’in dâhi aklına gelmezdi. Bir hikâye etme meselesi olarak da gündem olamayacak kadar sahici bir alçaklık. Borges’in türlü alçaklıkların anlatıldığı kitabında, alçaklığın sebepleri benzerlikler üzerinden inşa edilirken sonuçlar ayrımlara dayandırılıyor. Bakın Borges kitabında nasıl bir vurguda bulunuyor: Ne kadar ustaca düzenlenmiş olursa olsun bütün benzerliklerin, bazı kaçınılmaz benzemezlikleri daha da vurgulamaktan öteye gidemeyeceğini de biliyordu.[2]

Anlamaya gayret ettiğimiz nokta tam da burası. O gecenin üzerine kurulduğu iskelet, çok daha önceki süreçleri de kapsayan benzerlikler düzeni. Alçaklığın haysiyetsiz tatmini ile coğrafyasını kader edinenlere benzemeye çalışanlar, bu eğretilikten kurtulmanın çaresini varoluş kazandıkları benzerlerini ortadan kaldırmakta buldu. Biz ise dini tahrif ederken Müslüman’a benzeyen, işgaline kalkıştığı toprağın askerine benzeyen, adaletin merhametli ve mesul olma iddiasını yıkarken hâkim ve savcıya benzeyen, sokakları işgaline hazır hale getiren nizâmı kurarken polise benzeyen, isyanına kapıkulu devşirirken muallime benzeyenlerle bir ölüm mesafesi kadar yakında durduğumuzu da o gece bütün bu benzerlikleri ortadan kaldıran ‘alçak uçuşlar’ ile görmüş olduk.

İşgalin ilk günü kazanacağını umanlar neyi kaybettiklerinin farkında olamayacak kadar kendilerinden uzağa düştüler. Kaybetmenin ve kazanmanın onurunu belirleyen, kavga edenlerin adil ve imanlı bir gayretle sahada olmalarıdır. O gece kaybedenin kim olduğu ve neyi kaybettiği açıktı, adil ve imanlı olanın da. Kazanmanın bir alçaklık sonucu gelişip gelişmediğini belirleyen ise suyun hangi yakasında durduğunuza göre değişen bir şey elbette. Anadolu’da kazanan kadar kaybedenin de bu yakada olduğunu bir kez daha gördük.

Kabil Olmak Tercihtir


Tarih, toprak ve imanın birlikte kurduğu dengenin adı olarak vicdan, insan olma durumunu da belirliyor, insanın nerenin yerlisi olduğunu da. Kaderinin idaresini vicdanî edimlere bırakmayan insanın özünden firarda olması kaçınılmaz oluyor. Meselenin kadim yönünü anlatan, üçüncü yol ihtimaline asla mahal vermeyen bir seçimden bahsediyorum aslında. Tarihinden, toprağından ve imanından firar edenlerin firarı Cemil Meriç’in dediği gibi bir Kabil kompleksinden başkaca bir şey değildir.[3] Burada Kabil olmak da seçimdir, Habil kalmakta.

Kabil kompleksi, kendinden iyi olana tahammül edememe, kardeşe karşı rekabet, saldırma hatta öldürme hisleri ile gidilen durumu anlatıyor. Psikolojik bir vakıa olarak Kabil kompleksinin bu tanımı bize yalnızca bir durum tasviri vermekten öteye geçemiyor. Anlamaya çalıştığımız meselede bu tanımın ötesinde bir durumun olduğunu da görüyoruz: Ontolojik bir çıkmaz içerisinde kabahatini hakikati haline getirenler.

Jose Saramago’nun Kabil’i gibi işledikleri suç karşısında bir denge unsuru olarak vicdanî edim bulunmuyor. ‘Sanki cinayetiyle uzlaşmıştı, hiç vicdan azabı çekmiyor gibiydi.’[4] diyor yazar. Cinayetiyle uzlaşmış olmak, iyi olana tahammül edememenin ötesinde, gerçekleştirilen eylemin makûl olduğunu kabul etmek demektir. Saramago’nun Kabil’inde ceza sürgündü ve sürgünün manası ayak bastığı toprağa ait olmadığını anlamasıydı. Sürgünü seçen mukaddes olanda noksan aradı. Elbette amacı noksan gördüğünü tamamlamak değil, suçuna akıl ölçülerinde gerçeklik kazandırmaktı.

Cinayetiyle uzlaşma iştiyakına yakalananın hakikate dair aklî ve vicdanî herhangi bir ölçüsü kalmamıştır. 15 Temmuz gecesi kendi arzularının kıskacında cinayetleriyle uzlaşan işgalcilerin kaçabileceği bir ‘uzak’ kalmış mıdır?

Decide To Be Cain or To Be Sheep


Sonuç yerine bu bölümde yazımızın en başından bu yana tarihî, felsefî ve psikolojik yönleriyle tahlil etmeye çabaladığım meselede bizim ne yaptığımıza ve ne yapmak istediğimize dair birkaç kelam edeceğim. Bunu yapabilmenin yolu da sona gelmişken başa dönerek ilk yaptığımız gibi yapmaktır, yani iyi sorularla bitirmektir. O halde soralım.

Bizi sokakta tutan şey neydi, ne istiyorduk? Kavgayı kime karşı verdik? Kazandıktan sonra ne istiyoruz?

15 Temmuz sonrası anladık ki alçaklığın evrensel boyutuyla karşı karşıyayız. Kavgamız sadece yerli alçaklıkla değil, sömürgeci, itaat isteyen, tarih kurduğunu iddia eden düzenle de. Kavgamız, aklımıza, gönlümüze, toprağımıza hudut çizme cüretinde bulunanlarladır. Anadolu’da tekrar tarih kuranlar, şiddetin her türlüsüne göğüs germişken, değerli yalnızlığını ona anlatan birtakım gelişmeler de yaşanıyordu. Yabancı basın elemanlarının geçtiği bilgiler, hakikati baş aşağı ediyor, gösterilen tüm direnç haklı bir eylem olma manasından çıkarılıp suçlu bir karaktere büründürülüyordu. Malûmatın yanlış olmasının yanında tahkir edici yorumları da gördük.

19 Temmuz 2016 tarihinde New York Times sosyal medya hesabından şu başlıklı bir haber geçildi: “The Erdogan supporters are sheep, and they will follow whatever he says.” Hemen basit bir çeviriyle mealini vereyim size: Erdoğan destekçileri koyundur ve o ne söylerse ardından giderler. Hepimize tanıdık gelen bu tanım ve analiz cümlesi, iletinin paylaşımından 4 gün önce bir işgal girişiminde silahlı işgalcilere karşı silahsız durabilmiş bir milletin mensuplarına söyleniyor. Amacının da tahkir etmek olduğu apaçık ortada.

New York Times’ın bu başlığını görünce hem şaşırmadım hem de tahkir olmadım. Okuduğumda aklıma gelen İhsan Fazlıoğlu’nun ‘Akıllı Türk Makul Tarih’ kitabından bir bölüm oldu. İhsan Fazlıoğlu kitabının o bölümünde Alaaddin Çelebi (Amasyalı Hüseyinoğlu Ali)’nin yaptığı Türk tanımını aktarırken Ebû Osman Cahız ile İbn Hassul’un tanımlarıyla bir karşılaştırmada da bulunuyor. Ebû Osman Cahız ile İbn Hassul, Türk’ün tanımını ‘savaşçı bir topluluk’ olarak yaparken bakın Alaaddin Çelebi bize nasıl bir tanım veriyor:

Alaaddin Çelebi Türkleri yani Anadolu ve Balkan sâkinlerinin doğasını, yani bizim doğamızı (tab’ımızı) ise şöyle teşhis eder: “Ve Türk taifesi sâdık ve müşfik ve yavaş taife olur koyun gibi ve birbirine muvafakatı ve ülfeti ve şefkatı ve itaati vardır. Görmez misin ki, koyunun mecmuısı birbirine ittiba olur ve hem cemi hayvanâtda koyundan menfaatlisi yoktur. Ve koyundan yavaş dahî olmaz ve hem ganem ganimetdür.[5]

Birbirine sadık, menfaatli, birbirini kollayan, sakin, birbirinin omzuna temas eden yani omuz omuza iş gören, bir sürü gibi birlik ve dirlik içinde yaşayan bir millet. İmdi bizi tahkir eden söylemi tekrar ele aldığımızda diyebiliriz ki biz koyun olmayı Kabil olmaya tercih ederiz, yeter ki tanımın manası iyi kavranabilsin. Biz o gece de bunu istiyorduk, o geceden sonra da bunu istiyoruz.

İmdi maksadın hasıl olduğu düşüncesiyle son sözü kavganın güzel adamlarından İhsan Fazlıoğlu’na bırakalım, neyi istediğimizi bir daha o söylesin:

Sömürgeci kapitalist güç, kendinde itaati ve boyun eğmeyi zorlaştırdığı, direnmeyi sürdürdüğü için Türk’ün koyunluğunu yani mensûbiyetini tahkir eder. Öyleyse sorun hangi sürüye mensûp bir koyun olunduğundadır. (...) Türk milleti kan birliğine değil, can birliğine dayalı bir sürü yani millettir. (...) Türk milleti çobanını bulduğunda sürü olmaya hazır ve büyük işler yapmaya namzettir... İşte bu nedenlerle biz Türkler koyunluğumuzu geri istiyoruz![6](S.46-47, Akıllı Türk Makul Tarih, İhsan Fazlıoğlu)

KAYNAKÇA


Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009
Gianni Vattimo, Şeffaf Toplum, Say Yayınlar, İstanbul, 2012
İhsan Fazlıoğlu, Akıllı Türk Makul Tarih, Papersense Yayınları, İstanbul, Ocak 2015
Jose Luis Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014
Jose Saramago, Kabil, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Mart 2015

[1] S. 11, Şeffaf Toplum, Gianni Vattimo
[2] S. 62, Alçaklığın Evrensel Tarihi, Jorge Luis Borges
[3] S. 97, Bu Ülke, Cemil Meriç
[4] S. 39, Kabil, Jose Saramago
[5] .45, Akıllı Türk Makul Tarih, İhsan Fazlıoğlu
[6] S.46-47, a.g.e.

Müfîd Ne Demektir?

İfâde eden, meramı güzel anlatan. Mânalı, mânidâr. Faydalı, faydayı mucib olan. Mütâlâsından istifade olunan.