“Kaygı, her şeyin başlangıcıdır.” Albert Camus
İnsan doğası gereği dünyada ikilemlerin (dualizm) bir ürünüdür. Bu düalizm hayatın her safhasında onu şekillendiren sonuçları içerir. İnsan için Kierkegaard’ın ifadeleriyle sonlu ile sonsuz, geçici ile kalıcı, özgürlük ile zorunluluk gibi düalist yapıların bir sentezi diyebiliriz. Bu durumlar içinde insan, duygularıyla ön plana çıkar. Kaygı da felsefi anlamda bu duygulardan belki de en önemlisidir.
Kaygıyı sadece insanın yaşadığı psikolojik bir durum olarak açıklamak, tanımlamak hem psikolojide hem de felsefede kapladığı alan dikkate alındığında ona haksızlık ettiğimiz gerçeğini de beraberinde getirir. Zira kaygı kendini sadece kişinin ruhsal durumlarında değil, fiziki, toplumsal, sosyal, varoluşsal yapılarında da önemli derecede hissettirir.
Zaten daha önce de sadece biyolojik bir kavram olarak görülen kaygı, onu egonun bir işlevi olarak tanımlayan Freud tarafından psikoloji literatürüne kazandırılmıştır.
Kaygı kavramının bizde bıraktığı ilk izlenimi genelde olumsuz manadadır. Kaygıdan herhangi tehlikeli diyebileceğimiz bir durumun yansıması olarak insanda belirtilerini gösterdiği tedirginlik hali, akıl dışılık, korku olarak bahsederiz. Ancak tanımdaki “ akıldışılık” ifadesi rahatsız edicidir. Çünkü kaygıyı akıldışı korku nitelemeleriyle tanımlamak özellikle felsefi anlamını göz önüne aldığımızda ziyadesiyle yanlıştır. Kaygının olumsuz diyebileceğimiz tek yanı gerçekleşmesi imkânsız durumların vuku bulacağına dair insanın kafasında onla ilgili kurgular tasarlaması ve düşüncelerini rahatsız etmesidir. Zaten gerçekleşmesi muhtemel şeyler için duyulan kaygı sağlıklı bireyleri gerekirse o konu hakkında tedbir almaya sevk edeceğinden iyi bir şeydir. Örneğin kişi, tüm ineklerin uçarak bir “ejderha “ misali ağzından çıkardığı ateşlerle tüm insanlığı yok edeceğine dair bir kaygı taşıyorsa, böyle bir kaygı sağlıklı değildir.
Kaldı ki böyle bir durum, kaygının çok daha ötesinde psikolojik rahatsızlığa ulaşan bir durumdur. Mamafih deprem bölgesinde iş yapan bir müteahhidin her an deprem olacak düşüncesiyle bu durumdan kaygı duyması (tabi bunu abartmadan) ve yapı malzemesini dayanıklı araçlardan seçmesi inşa edeceği yapının tabanını depreme dayanıklı şekilde düzenlemesi, yapı içine yerleşeceklere deprem durumunda ilk yardım malzemesi sunacak bir sistem ayarlaması, deprem için duyduğu kaygı neticesinde oluşan olumlu durumlardır. Bu anlamıyla kaygının insanın kişilik gelişimi üzerinde belirleyici bir rol oynadığı yadsınamaz. Çünkü bireyi mobilize edici kuvvet olarak kaygı, insan davranışlarına yön vererek kişiliğin oluşmasına yardım eder.
Kaygının anlamında temel olarak farkındalık oluşturma çabası vardır diyebiliriz. Örneğin ölüm gibi bir realitenin olduğu bu dünyada kişi yaşamının sona ereceğinden kaygı duyar. Kierkegaard bu kaygıyı “ ya bu dünyadan bir paçavra gibi ayrılırsak ” ile dile getirir. Ölümün kaçınılmazlığı hiçlik duygusunu beraberinde getirir ve insan bir bunalım içine düşer. Bu durum insanı bu dünyanın hakkını verip veremediği konusunda kaygılandırır.
İnsanın bu dünyadaki mevcudiyeti bir “varolan” değil kendini varoluşlar şeklinde gösterme halidir. İnsan dünya içerisinde hep bir süreç, bir dinamizm halindedir. Dolayısıyla sürekli değişen yeni durumlarla mündemiçtir. Sürekli seçimler yapar ve yaptığı her seçim sonunda kendinden giden( buna feda etme de diyebiliriz) ve eline gelen yeni şeyler vardır. Bilinmeyen insanı her zaman kaygılandırır. Bu olumsuz manada bir kaygı değildir. Yeni durumun getirmiş olduğu heyecan ve merakla anlayabileceğimiz bir durumdur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi meraktan, heyecandan, edimsellikten, farkındalıktan, dolayısıyla kaygıdan geçer.
Kaygının felsefi anlamda bir tanımını yapacak olursak, içinde yaşanılan dünyanın anlamsızlığının, düzen ve amaçtan yoksunluğunun farkına vardığımızda yaşadığımız duygunun adıdır.(Cevizci;2005:991) Öte yandan belirli bir nedene bağlanmayan nitelik olarak belirsiz bir korku hali ya da daralma duygusu olarak bilinmektedir.( Akarsu; 1998: 97)
Görüldüğü üzere kaygının nesnesi hiçliktir. Bu durum onu varoluşçu felsefelerin mihenk taşı haline getirmiştir. Kaygının nesnesinin hiçlik oluşu ve insanı yönlendirdiği geleceğin, oluşturduğu tedirginlik bir yandan sürekli bir kaygıyı ifade ederken bir yandan da insanın yaşamını anlamlandırmasına yardım eder. Sartre kaygının nesnesi olan hiçliği bilinç adını verdiği kendisi için varlıkla birlikte anlar. Hatta bu düşünce ışığında çoğu varoluşçular hiçliği varlığın varoluşunu hazırlayan temel unsur ilke olarak görürler.
Heidegger klasik soru tipini değiştirerek –ki bu soru Leibnz de olduğu gibi “niçin varlık vardır ?” sorusudur- niçin hiçliği ya da yokluğun varlığını sormuyoruz” formatına getirmiştir. Heidegger ‘Metafizik nedir ?’ adlı yapıtında varlık-hiçlik ilişkisini ele almış yeni ve başka bir başlangıç yaparak kaygının nesnesi olan hiçliği varoluşun temel taşı yapmıştır. Hiçin hiçlemesi varlığın varoluşunu ortaya koyan olagelme ile kendinin açığa vurur. Hiçin hiçlemesi varolagelmektir. [1] Böylece “Varlığı” açıklamakta yetersiz kalan “Varlık Nedir “ sorusuna “Hiçlik Nedir “ sorusu eklenmektedir ve ikisinin birlikteliğinden varoluş ortaya çıkmaktadır.
Psikoloji alanında mevzu bahsinin çok geçmesinden ve genel anlamda kaygı kavramının olumsuz anlaşıldığından bahsettik. Bununla birlikte kaygının felsefedeki sahip olduğu değeri alması varoluşçuluk ile kazandığını görüyoruz. Peki, burada şu soruyu sormak elzem hale geliyor. “Varoluşçulara kadar kaygı kavramı hiç ele alınmadı mı ve varoluşçulukla birlikte değer kazanması bu akımın hangi özelliğinden kaynaklanmakta ?” Daha öncede elbette ele alınmıştır ancak sadece rasyonel bir varlık olarak görülen ve duyguları göz ardı edilen insanın, kaygısal varlığı da inkâr ve ihmal edilmiştir. Varoluşçulukla birlikte felsefenin yönü epistemolojiden ontolojiye kaymış” kaygı, korku, umutsuzluk, özgürlük, saçma” gibi kavramlar ontolojik düzlemde ele alınmıştır. Bu ele alış bu kavramların felsefedeki önemini iyiden iyiye artırmıştır.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan bu akım, insan sorunlarını ele alırken bireysel kurtuluş, seçme özgürlüğü, hiçlik bilinç-dışılık, kaygı, saçma, yabancılaşma, gelecek beklentisi iç sıkıntısı, türünden yaşam deneyimlerini hep ön plana çıkararak felsefe yapma eğilimde olmuştur. Bu aslında tam olarak çağın ihtiyaçlarına verilen bir cevaptır. Çünkü dönem insana sadece bir meta olarak bakınılan, kim olduğuyla değil neye sahip olduğuyla değerlendirildiği, bir makine misali fonksiyonlarıyla ön plana çıktığı bir zaman dilimini kapsar. Böyle bir dönemde varoluşçuluk, insani değerlerin ön plana çıktığı ona sadece dünyada yer kaplayan bir varlık olarak, sadece aklıyla değil, duygularıyla da bu dünyada konkre bir varlık olarak bakıldığı bir anlayışla ortaya çıkmıştır.
Akım insanın biricikliğinin ön plana çıktığı ( ki burada hiçbir varoluşçunun solipsizme düşmediğinin vurgusunu yapmak gerek zira birey tek başına ve izole bir varlık değil dünya içinde varlık olarak her zaman diğerleriyle birlikte varolan bir yapıdadır) ruh-beden, özne-nesne gibi düalist tavırlara karşı sert bir tavrın olduğu bir dönemdir. Özellikle ikinci dünya savaşının yıkıcı etkileriyle baş gösteren değersizlik, umutsuzluk, çaresizlik gibi hasletler doruk noktasına çıkmış bu ortamda varoluşçuluk bireyin sorunlarına deva olma şiarıyla kendini ziyadesiyle hissettirmiştir.
İlk olarak Kierkegaard felsefesinde görüyoruz kaygı meselesini. Kierkegaard kaygıyı , “ umut, umutsuzluk, iman, sadakat, günah” gibi kavramlarla açıklamıştır. Daha sonra Heidegger ’in Dasein’ına giden yolda mihenk taşı olmuş, Sartre da ise sorumluluk kavramının özünü oluşturmuştur.
Kierkegaard kaygıyı açıklarken onun korkudan farklı olduğu vurgusunu yapar ve nesnesi belli olmadığı için kontrol altına alınamayacağının altını çizer. Kaygıyı özgürlükle birlikte anlayarak, kişi ne kadar özgürse o kadar kaygılıdır der. Çünkü özgürlük beraberinde yapılan eylemin sorumluğunda beraberinde getirir. Sorumlulukta omuzlara binen yüktür. Bu yük insanı sürekli bir kaygı haline sokar. Özgürlük an da ve gelecekle imkânlıdır. Geleceğin belirsizliği kaygılıdır, ama bu kaygı tekrardan söylemek gerekir ki olumlu bir şeydir. Zira varoluşu gerçekleştirecek temel unsurdur.
Heidegger de “şimdi burada varlık” olan ve yine bununda farkında olan Dasein’a ulaşma yolunda temel yoldur dedik kaygı için. Bunu daha iyi anlayabilmek için Dasein’ın neliğine bakmak faydalı olacaktır. Heidegger şimdiye kadar geleneksel felsefede yapıldığı üzere Varlık’ ı varolana indirgemek yerine doğrudan bu varolanların Varlığını söz konusu edebilecek felsefi bir terminoloji peşinde idi. Bunun yöntemi olarak geleneksel felsefede olduğu gibi araştırmalar sadece varolanlar düzeyinde kalmayacak bizi varlığın esas anlamına aramaya götürecektir. Bunun da ilk adımı Dasein adını verdiği varolma şekline yönelmek olacaktır. Çünkü Dasein varolmanın ne anlama geldiğini sorgulayacak bir donanıma sahiptir. Yani kendi üzerine düşünebilen bir yapıya.
Dasein’daki can alıcı nokta, kendi bilincinin farkında olan bir yapıya sahip olmasıdır. Heidegger’e göre ontolojik olarak anlamı unutulan varlığa ulaşmanın yolu Dasein’dır. Kendisinin farkında olup kendisini bir problem edinebilen bir varlık olarak Dasein, diğer varlıklar arasında ontolojik önceliğe sahiptir, kendi buradalığına sahiptir. Bu anlamda atılmışlık ( geworfenheit) Dasein’ın varoluşsal yapısı olarak ikinci bir belirlenimidir. Dasein’ın söz konusu varlık karakterine yani öylelik haline “Dasein’ın kendi şuradalığına fırlatılmışlığı “ diyoruz.[2] Heidegger bununla insanın doğduğu yeri, zamanı, ailesini, soyunu seçememesini kasteder. Dasein ilk önce çevre(umwelt) içindedir. Bu fırlatılmışlığın sonucudur. Dünya içinde olmak Dasein iki varlık yapısını daha ortaya koyar. Bunlar mevcut olmaklık (vorhanden) el altında olmak (zuhanden)’tır.
Dasein dünyada başkalarıyla birlikte vardır. Bu onun hergünkülüğüdür ve bu durumda her an ilgi halindedir. Bu birlikte yaşam içerisinde Dasein sahip olduğu olanakları görmezden gelip “ herkes “ benliğine düşebilir. Yani Dasmen alanından kurtulamadığından herkes gibidir. Bu onun düşmüşlüğünün ifadesidir.(verfallen) Dasmen alanında Dasein, dikkat ve ilgiden yoksun boş merak, gevezelik adı verilen boş konuşma, herkesin anladığını varsaydığı sahici olmayan bir anlama içerisinde bulunur. “Dünyaya düşkünlük, boş konuşma, merak, müphemiyet aracılığıyla hep beraber olmaklık içinde massedilmiş olmak demektir. “[3]
Dasein kendi fırlatılmışlığı ve düşmüşlüğü içerisinde kendi varoluşunu burada bulunuşundan yani kendi ruh halinden anlayabilir. Can sıkıntısı, kaygı, korku gibi ruh hallerini anlayabilen Dasein, kendi özgürlüğüne yükselebilir. Heidegger burada Kierkegaard gibi korku ile kaygının farkını ortaya koyar.” Kaygının korkudan (fear) ve belirli bir şeye atıfta bulunan benzer kavramlardan farklı olduğunu belirtmek zorundayım, hâlbuki kaygı olanağın olanağı olarak özgürlüğün etkin oluşudur”.[4]
Kaygının ortaya çıkması Dasein için kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü o fırlatılmışlığın içinde sonlu bir varlık olduğunun farkındadır. Bu sonluluk, yani ölüm dünyayı bir reddediş değil, ona layık olduğu anlamı vermeye yönelik olmalıdır. Ölümle yüzleşmenin kaygısı Dasein’ı dünya içinde varlık yapar. Dasein sahip olduğu imkânlardan kaçarken endişe yaşar. O anda hergünkülüğünden kopar ve ilişkisellik bütünü olarak varolan dünyası yıkılıp gider. Endişe anında Dasein kendiyle baş başa kalır. Bu endişe bir nesne veya başka bir şeyden duyulan bir durum değil bilakis tümüyle nesnesiz bir ruh halidir. Tümüyle dünya içinde olmaktan duyulan bir halet-i ruhiyedir. Dolayısıyla endişeyi ortaya çıkaran durum olanaklara sahip olup aynı zamanda yokmuş gibi davranmaktır.
Dasein endişe ile bu düşmüşlükten geri çağırılır ve kaygı ile hakiki Varlığına ulaşılır. Endişe bize Dasein’ın aslında kaygılı bir varolan olduğunu gösterir. Kaygı Dasein’ın evren içinde yitmişliğinin farkına varmasıdır. Heidegger’e göre Dasein’ın Varlığı olarak kaygının anlamı onun zamansallığıdır. Burada zaman çizgisel bir biçimde sonsuzdan gelip sonsuza giden bir şey olarak anlaşılmamalıdır. Heidegger’e göre zaman fiziksel yasaların bir kategorisi değil, Dasein’ın yaşantısına ait bir unsurdur. Dasein zamanı varoluşsal, geçici ve kaygı verici bir belirlenim olarak tecrübe etmektedir. Dasein zamansallığının farkına varırsa yani ölüme doğru bir varlık olduğunun bilincinde olursa içinde derin bir kaygı oluşur. Bu anlamda kaygı hiçliği gösterir. Böylece” Dasein egzistansiyalitesinin asli ontolojik temeli zamansallık olduğu da ortaya çıkmış olur”[5]
Dasein geçmişten ve gelecekten izole edilmiş bir “şimdi” içerisinde varolamaz. Onun varlığı geçmişe bir yöneliş, geleceğe dair bir bekleyiş ve an ile mündemiçtir. Heidegger’in kaygıdan anladığı Kierkegaard’tan farklıdır. Zira Kierkegaard’ın kaygısı Tanrı karşısında olmaklığın vermiş olduğu bir kaygıdır. (Örneğin Tanrı karşısında günah işlemekten duyulan bir durum.) Heidegger de ise sonlu bir varlık olan Dasein’ın hiçlik karşısında duyduğu kaygıdır. Ölüm ile birlikte olanaklarının gerçekleştiremeyeceğini anlayan Dasein’ın ruh durumu kaygılıdır. Öte yandan kaygı, düşmüşlükten çıkış olanağı da sunar. İnsana düşen sorumluluk sonlu varlığına karşın imkanlarını gerçekleştirmeye çalışmaktır, tıpkı İslam’daki “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” düsturunda olduğu gibi. İnsanın benlik bütünlüğü ancak bu şekilde sağlanır zira.
Beklenildiği üzere Sartre da kaygı kavramı üzerinde ziyadesiyle kafa yoran isimler arasındadır. Onun da diğerleri gibi son tahlilde kaygıdan anladığı şey aynıdır. Lakin kaygıyı ele alış biçimi ve açıklama da kullandığı terminoloji farklıdır. O kaygıyı gelecek karşısında duyulan bir iç daralması olarak tanımlar. Yalnız öncelikle şu belirlenimi yapmak gerekir ki Sartre kaygı durumunu belirtmek için Heidegger gibi “angst” terimini kullanmaz. Onun üzerinde durduğu kavram “bulantı” (nauesa) ‘dır ya da iç daralmasıdır.
Sartre’a göre varoluşçuluğun ilk işi varlığın sorumluluğunu insanın omuzlarına yüklemek olmuştur. Ona göre kişi eylemde bulunurken sadece kendinden değil, tüm insanlıktan sorumlu olarak o eylemi gerçekleştirir. İnsanın varlığı ile özgür oluşu arasında bir fark yoktur. Yani Sartre için olmak ve eylemek aynı şeydir. Seçimler gerekçesiz, nedensiz, keyfi değildir ve herkes seçimlerinin sorumluluğunu alır. Bu seçimlerin sorumluluğunun bilincinde olmak insanı bulantıya sevk eder. Sartre’a göre bulantı bizi eylemden ayıran bir perde değil aksine bizi eylemle birleştiren harekete geçiren mobilize edici bir duygudur. Özgürlüğün farkına varmak iç daralmasıyla olur.
İç daralması olanaklı olanların yani özgürlüğün kavranmasıdır, bu olanaklar karşısında alınan tavırdır. Bu beraberinde bize seçim ve sorumluluk yükünü getirir. Bu yükten kaçmak için seçimlerimizin sorumluluğunu Tanrıya, başkalarına yüklemeye çalışarak bir çıkış yolu bulmaya çalışabiliriz. Ancak bu tam bir kendini aldatmadır ve aslında bu da bizi bilince götürür. Zira sadece insan varlığı kendini olumsuzlama tavrına sahiptir. Bu durumda yalan söyleyen ve söylenen kişi aynı olduğundan kişi kendini aldattığının farkındadır. Bu nedenle iç daralması bilinçten atılamaz.
Biterken…
Kaygının hem psikolojide hem felsefede çeşitli anlamlarıyla kullanıldığını gördük. Psikolojide bu kavrama yüklenen anlam genelde olumsuz olmakla birlikte kaygı, daha çok biyolojik ve bedensel mekanizmalarla birlikte anlaşılmakta. Farklı alanlarda yer bulması ona atfedilen anlamların da değişmesine ortam hazırlamıştır. Özü itibariyle iç sıkıntısı olarak nitelendirilebilecek kaygı, tümüyle psikoloji alanına aitmiş gibi görünse de asıl anlamını felsefi ortamda bulmaktadır. Zira nesnesinin hiçlik oluşu ve felsefede hiçlik kavramına ayrılan alanın varlıkla birlikte anlaşılması onu tümüyle ontolojik bir zemine çekmiştir. Her iki alanda da belirsizlik minvalinde anlaşılması ve geleceğe yönelik şimdi de ortaya çıkması kişiyi an’da eyleme geçirmesi yönüyle oldukça önemlidir.
Felsefi alanda büyük bir önem kazanması varoluşçuluk akımıyla birlikte olmuştur. Zira dönem insana sadece bir akıl varlığı olarak bakma geleneğinin son bulduğu, onun aklıyla, duygularıyla, edimleriyle, irrasyonel ve paradoksal yapısıyla yani konkre olarak anlaşıldığı bir dönemi içerisine alır. İnsanın kaygılı bir kişilik yapısına sahip olduğunun ilk altını çizen isim Kierkegaard olmuştur. Yine kaygının korkudan nesnesi olmayışı yönüyle ayrıldığı belirlenimini yapan Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard’tır. Lakin buradaki kaygı Tanrı karşısında duyulan bir kaygıdır.
Heidegger ve Sartre da Kierkegaard’tan etkiyle kaygı kavramını işlemişler ancak onların kaygısı Tanrı karsısında duyulan bir acziyet duygusu sonucu oluşan bir durum değildir. Heidegger dünyaya fırlatılmışlık içinde kendini bulan insanın belirli bir çevreye ve zaman ait olduğunu söyler. İnsan sonlu olduğunun farkındadır. Ölüme dair farkındalık dünyayı reddediş değil, ona layık olduğu anlamı vermeye yöneliktir. Ölüme giden yolda fırlatılmışlığın içinde, yaşadığı iç huzursuzluktur kaygı. Bu dünyanın anlamsızlığı karşısında kendi temelindeki hiçliği keşfetmesidir. Yani Tanrı karşısında değil, hiçlik karşısında duyulan bir kaygı. Sartre da buna bulantı diyecektir. Burada Heidegger’in Sartre üzerindeki etkisini göz ardı edemeyiz. Zira bulantı kavramını dünya içinde varolan bir varlık olarak nitelediği Dasein’ndan mülhem söylemiştir.
Dasein kendi dışında kalan varolanlarla varoluşsal, zamansal ve kaygısal bir ilişkisellik içindedir. Bu etkiyi özellikle Dasein’ın özgün bir varoluş içerisinde olabilmesi için üstlenmesi gereken sorumluluk kavramında görmek mümkün. Sorumluluk Sartre’ın varoluş felsefesinin en temel kaynağıdır ve sorumluluğu iç daralmasının bir sonucu olan bulantıyla birlikte anlamamız doğru olur. Çünkü insana ait sorumluluklar seçimler onda bir bulantı meydana getirir. Zira sorumluluk insana ahlaksal bir varlık olma yükümlülüğünü getirir. Son olarak kaygı, iç daralması, bulantı vs. adına ne diyecek olursak olalım; onu insanın bu dünyayı anlamlandırma çabasında en temel mobilize edici kuvvet olarak görebiliriz.
KAYNAKÇA
Blackham, H. J. Altı Varoluşçu Düşünür. (Çev. Ekin Uşşaklı). (Birinci basım) : Dost Kitabevi Yayınları, Ankara,2005
Cevizci, Ahmet; Felsefe; Sentez Yayıncılık; İstanbul,2008
Çüçen, Abdukladir; Varoluş Filozofları; Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2015
Çüçen, Abdulkadir; Martin Heidegger: Varlık ve Zaman ( 4.Baskı) Sentez Yayıncılık;
İstanbul, 2012
Direk, Zeynep; Çağdaş Fransız Düşüncesi; (Derleyen: Zeynep Direk, Refik Güremen); Kibrit Kitabevi, İstanbul, 2013
Heidegger Martin; Varlık ve Zaman; (Çev: Kaan Ökten): Agora Kitaplık; İstanbul, 2008
Koç, Emel; Gabriel Marcel Üstüne; Pegem Akademi; Ankara,2014
Koç, Emel; Gbriel Marcel ve Sadakat; ART Basın Yayım; Ankara, 2004
Magill Frank; Egzistansiyalist Felsefenin Beş Klasiği; Çev: Vahap Mutal); Degah Yayınları; İstanbul,1992
Sartre, J.Paul; Varoluşçuluk; (Çev: Asım Bezirci); Say Yayınları; İstanbul, 1997
Aşar, Haluk; Heidegger ve Sartre Felsefelerinde Kaygı ve Bulantı Kavramlarının Analizi; Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi: sayı 17; 2014
Manav, Faruk; Kaygı Kavramı; Toplum Bilimleri Dergisi: Sayı 9; 2011
[1] Çüçen, Abdukladir (2012) Martin Heidegger: Varlık ve Zaman ( 4.Baskı) İstanbul, Sentez Yayıncılık
[2] Heidegger Martin; Varlık ve Zaman; ( Çev: Kaan Ökten ): Agora Kitaplık; İstanbul,2008
[3] Magill Frank; Egzistansiyalist Felsefenin Beş Klasiği; Çev: Vahap Mutal);Degah Yayınları; İstanbul,1992
[4] Kierkegaard Sören;Kaygı Kavramı; ( Çev: Vefa Taşdelen); Hece Yayınları, Ankara , 2004
[5] Heidegger Martin ;Varlık ve Zaman; ( Çev : Kaan Ökten ): Agora Kitaplık;İstanbul,2008
İnsan doğası gereği dünyada ikilemlerin (dualizm) bir ürünüdür. Bu düalizm hayatın her safhasında onu şekillendiren sonuçları içerir. İnsan için Kierkegaard’ın ifadeleriyle sonlu ile sonsuz, geçici ile kalıcı, özgürlük ile zorunluluk gibi düalist yapıların bir sentezi diyebiliriz. Bu durumlar içinde insan, duygularıyla ön plana çıkar. Kaygı da felsefi anlamda bu duygulardan belki de en önemlisidir.
Kaygıyı sadece insanın yaşadığı psikolojik bir durum olarak açıklamak, tanımlamak hem psikolojide hem de felsefede kapladığı alan dikkate alındığında ona haksızlık ettiğimiz gerçeğini de beraberinde getirir. Zira kaygı kendini sadece kişinin ruhsal durumlarında değil, fiziki, toplumsal, sosyal, varoluşsal yapılarında da önemli derecede hissettirir.
Zaten daha önce de sadece biyolojik bir kavram olarak görülen kaygı, onu egonun bir işlevi olarak tanımlayan Freud tarafından psikoloji literatürüne kazandırılmıştır.
Kaygı kavramının bizde bıraktığı ilk izlenimi genelde olumsuz manadadır. Kaygıdan herhangi tehlikeli diyebileceğimiz bir durumun yansıması olarak insanda belirtilerini gösterdiği tedirginlik hali, akıl dışılık, korku olarak bahsederiz. Ancak tanımdaki “ akıldışılık” ifadesi rahatsız edicidir. Çünkü kaygıyı akıldışı korku nitelemeleriyle tanımlamak özellikle felsefi anlamını göz önüne aldığımızda ziyadesiyle yanlıştır. Kaygının olumsuz diyebileceğimiz tek yanı gerçekleşmesi imkânsız durumların vuku bulacağına dair insanın kafasında onla ilgili kurgular tasarlaması ve düşüncelerini rahatsız etmesidir. Zaten gerçekleşmesi muhtemel şeyler için duyulan kaygı sağlıklı bireyleri gerekirse o konu hakkında tedbir almaya sevk edeceğinden iyi bir şeydir. Örneğin kişi, tüm ineklerin uçarak bir “ejderha “ misali ağzından çıkardığı ateşlerle tüm insanlığı yok edeceğine dair bir kaygı taşıyorsa, böyle bir kaygı sağlıklı değildir.
Kaldı ki böyle bir durum, kaygının çok daha ötesinde psikolojik rahatsızlığa ulaşan bir durumdur. Mamafih deprem bölgesinde iş yapan bir müteahhidin her an deprem olacak düşüncesiyle bu durumdan kaygı duyması (tabi bunu abartmadan) ve yapı malzemesini dayanıklı araçlardan seçmesi inşa edeceği yapının tabanını depreme dayanıklı şekilde düzenlemesi, yapı içine yerleşeceklere deprem durumunda ilk yardım malzemesi sunacak bir sistem ayarlaması, deprem için duyduğu kaygı neticesinde oluşan olumlu durumlardır. Bu anlamıyla kaygının insanın kişilik gelişimi üzerinde belirleyici bir rol oynadığı yadsınamaz. Çünkü bireyi mobilize edici kuvvet olarak kaygı, insan davranışlarına yön vererek kişiliğin oluşmasına yardım eder.
Kaygının anlamında temel olarak farkındalık oluşturma çabası vardır diyebiliriz. Örneğin ölüm gibi bir realitenin olduğu bu dünyada kişi yaşamının sona ereceğinden kaygı duyar. Kierkegaard bu kaygıyı “ ya bu dünyadan bir paçavra gibi ayrılırsak ” ile dile getirir. Ölümün kaçınılmazlığı hiçlik duygusunu beraberinde getirir ve insan bir bunalım içine düşer. Bu durum insanı bu dünyanın hakkını verip veremediği konusunda kaygılandırır.
İnsanın bu dünyadaki mevcudiyeti bir “varolan” değil kendini varoluşlar şeklinde gösterme halidir. İnsan dünya içerisinde hep bir süreç, bir dinamizm halindedir. Dolayısıyla sürekli değişen yeni durumlarla mündemiçtir. Sürekli seçimler yapar ve yaptığı her seçim sonunda kendinden giden( buna feda etme de diyebiliriz) ve eline gelen yeni şeyler vardır. Bilinmeyen insanı her zaman kaygılandırır. Bu olumsuz manada bir kaygı değildir. Yeni durumun getirmiş olduğu heyecan ve merakla anlayabileceğimiz bir durumdur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi meraktan, heyecandan, edimsellikten, farkındalıktan, dolayısıyla kaygıdan geçer.
Kaygının felsefi anlamda bir tanımını yapacak olursak, içinde yaşanılan dünyanın anlamsızlığının, düzen ve amaçtan yoksunluğunun farkına vardığımızda yaşadığımız duygunun adıdır.(Cevizci;2005:991) Öte yandan belirli bir nedene bağlanmayan nitelik olarak belirsiz bir korku hali ya da daralma duygusu olarak bilinmektedir.( Akarsu; 1998: 97)
Görüldüğü üzere kaygının nesnesi hiçliktir. Bu durum onu varoluşçu felsefelerin mihenk taşı haline getirmiştir. Kaygının nesnesinin hiçlik oluşu ve insanı yönlendirdiği geleceğin, oluşturduğu tedirginlik bir yandan sürekli bir kaygıyı ifade ederken bir yandan da insanın yaşamını anlamlandırmasına yardım eder. Sartre kaygının nesnesi olan hiçliği bilinç adını verdiği kendisi için varlıkla birlikte anlar. Hatta bu düşünce ışığında çoğu varoluşçular hiçliği varlığın varoluşunu hazırlayan temel unsur ilke olarak görürler.
Heidegger klasik soru tipini değiştirerek –ki bu soru Leibnz de olduğu gibi “niçin varlık vardır ?” sorusudur- niçin hiçliği ya da yokluğun varlığını sormuyoruz” formatına getirmiştir. Heidegger ‘Metafizik nedir ?’ adlı yapıtında varlık-hiçlik ilişkisini ele almış yeni ve başka bir başlangıç yaparak kaygının nesnesi olan hiçliği varoluşun temel taşı yapmıştır. Hiçin hiçlemesi varlığın varoluşunu ortaya koyan olagelme ile kendinin açığa vurur. Hiçin hiçlemesi varolagelmektir. [1] Böylece “Varlığı” açıklamakta yetersiz kalan “Varlık Nedir “ sorusuna “Hiçlik Nedir “ sorusu eklenmektedir ve ikisinin birlikteliğinden varoluş ortaya çıkmaktadır.
Psikoloji alanında mevzu bahsinin çok geçmesinden ve genel anlamda kaygı kavramının olumsuz anlaşıldığından bahsettik. Bununla birlikte kaygının felsefedeki sahip olduğu değeri alması varoluşçuluk ile kazandığını görüyoruz. Peki, burada şu soruyu sormak elzem hale geliyor. “Varoluşçulara kadar kaygı kavramı hiç ele alınmadı mı ve varoluşçulukla birlikte değer kazanması bu akımın hangi özelliğinden kaynaklanmakta ?” Daha öncede elbette ele alınmıştır ancak sadece rasyonel bir varlık olarak görülen ve duyguları göz ardı edilen insanın, kaygısal varlığı da inkâr ve ihmal edilmiştir. Varoluşçulukla birlikte felsefenin yönü epistemolojiden ontolojiye kaymış” kaygı, korku, umutsuzluk, özgürlük, saçma” gibi kavramlar ontolojik düzlemde ele alınmıştır. Bu ele alış bu kavramların felsefedeki önemini iyiden iyiye artırmıştır.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan bu akım, insan sorunlarını ele alırken bireysel kurtuluş, seçme özgürlüğü, hiçlik bilinç-dışılık, kaygı, saçma, yabancılaşma, gelecek beklentisi iç sıkıntısı, türünden yaşam deneyimlerini hep ön plana çıkararak felsefe yapma eğilimde olmuştur. Bu aslında tam olarak çağın ihtiyaçlarına verilen bir cevaptır. Çünkü dönem insana sadece bir meta olarak bakınılan, kim olduğuyla değil neye sahip olduğuyla değerlendirildiği, bir makine misali fonksiyonlarıyla ön plana çıktığı bir zaman dilimini kapsar. Böyle bir dönemde varoluşçuluk, insani değerlerin ön plana çıktığı ona sadece dünyada yer kaplayan bir varlık olarak, sadece aklıyla değil, duygularıyla da bu dünyada konkre bir varlık olarak bakıldığı bir anlayışla ortaya çıkmıştır.
Akım insanın biricikliğinin ön plana çıktığı ( ki burada hiçbir varoluşçunun solipsizme düşmediğinin vurgusunu yapmak gerek zira birey tek başına ve izole bir varlık değil dünya içinde varlık olarak her zaman diğerleriyle birlikte varolan bir yapıdadır) ruh-beden, özne-nesne gibi düalist tavırlara karşı sert bir tavrın olduğu bir dönemdir. Özellikle ikinci dünya savaşının yıkıcı etkileriyle baş gösteren değersizlik, umutsuzluk, çaresizlik gibi hasletler doruk noktasına çıkmış bu ortamda varoluşçuluk bireyin sorunlarına deva olma şiarıyla kendini ziyadesiyle hissettirmiştir.
İlk olarak Kierkegaard felsefesinde görüyoruz kaygı meselesini. Kierkegaard kaygıyı , “ umut, umutsuzluk, iman, sadakat, günah” gibi kavramlarla açıklamıştır. Daha sonra Heidegger ’in Dasein’ına giden yolda mihenk taşı olmuş, Sartre da ise sorumluluk kavramının özünü oluşturmuştur.
Kierkegaard kaygıyı açıklarken onun korkudan farklı olduğu vurgusunu yapar ve nesnesi belli olmadığı için kontrol altına alınamayacağının altını çizer. Kaygıyı özgürlükle birlikte anlayarak, kişi ne kadar özgürse o kadar kaygılıdır der. Çünkü özgürlük beraberinde yapılan eylemin sorumluğunda beraberinde getirir. Sorumlulukta omuzlara binen yüktür. Bu yük insanı sürekli bir kaygı haline sokar. Özgürlük an da ve gelecekle imkânlıdır. Geleceğin belirsizliği kaygılıdır, ama bu kaygı tekrardan söylemek gerekir ki olumlu bir şeydir. Zira varoluşu gerçekleştirecek temel unsurdur.
Heidegger de “şimdi burada varlık” olan ve yine bununda farkında olan Dasein’a ulaşma yolunda temel yoldur dedik kaygı için. Bunu daha iyi anlayabilmek için Dasein’ın neliğine bakmak faydalı olacaktır. Heidegger şimdiye kadar geleneksel felsefede yapıldığı üzere Varlık’ ı varolana indirgemek yerine doğrudan bu varolanların Varlığını söz konusu edebilecek felsefi bir terminoloji peşinde idi. Bunun yöntemi olarak geleneksel felsefede olduğu gibi araştırmalar sadece varolanlar düzeyinde kalmayacak bizi varlığın esas anlamına aramaya götürecektir. Bunun da ilk adımı Dasein adını verdiği varolma şekline yönelmek olacaktır. Çünkü Dasein varolmanın ne anlama geldiğini sorgulayacak bir donanıma sahiptir. Yani kendi üzerine düşünebilen bir yapıya.
Dasein’daki can alıcı nokta, kendi bilincinin farkında olan bir yapıya sahip olmasıdır. Heidegger’e göre ontolojik olarak anlamı unutulan varlığa ulaşmanın yolu Dasein’dır. Kendisinin farkında olup kendisini bir problem edinebilen bir varlık olarak Dasein, diğer varlıklar arasında ontolojik önceliğe sahiptir, kendi buradalığına sahiptir. Bu anlamda atılmışlık ( geworfenheit) Dasein’ın varoluşsal yapısı olarak ikinci bir belirlenimidir. Dasein’ın söz konusu varlık karakterine yani öylelik haline “Dasein’ın kendi şuradalığına fırlatılmışlığı “ diyoruz.[2] Heidegger bununla insanın doğduğu yeri, zamanı, ailesini, soyunu seçememesini kasteder. Dasein ilk önce çevre(umwelt) içindedir. Bu fırlatılmışlığın sonucudur. Dünya içinde olmak Dasein iki varlık yapısını daha ortaya koyar. Bunlar mevcut olmaklık (vorhanden) el altında olmak (zuhanden)’tır.
Dasein dünyada başkalarıyla birlikte vardır. Bu onun hergünkülüğüdür ve bu durumda her an ilgi halindedir. Bu birlikte yaşam içerisinde Dasein sahip olduğu olanakları görmezden gelip “ herkes “ benliğine düşebilir. Yani Dasmen alanından kurtulamadığından herkes gibidir. Bu onun düşmüşlüğünün ifadesidir.(verfallen) Dasmen alanında Dasein, dikkat ve ilgiden yoksun boş merak, gevezelik adı verilen boş konuşma, herkesin anladığını varsaydığı sahici olmayan bir anlama içerisinde bulunur. “Dünyaya düşkünlük, boş konuşma, merak, müphemiyet aracılığıyla hep beraber olmaklık içinde massedilmiş olmak demektir. “[3]
Dasein kendi fırlatılmışlığı ve düşmüşlüğü içerisinde kendi varoluşunu burada bulunuşundan yani kendi ruh halinden anlayabilir. Can sıkıntısı, kaygı, korku gibi ruh hallerini anlayabilen Dasein, kendi özgürlüğüne yükselebilir. Heidegger burada Kierkegaard gibi korku ile kaygının farkını ortaya koyar.” Kaygının korkudan (fear) ve belirli bir şeye atıfta bulunan benzer kavramlardan farklı olduğunu belirtmek zorundayım, hâlbuki kaygı olanağın olanağı olarak özgürlüğün etkin oluşudur”.[4]
Kaygının ortaya çıkması Dasein için kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü o fırlatılmışlığın içinde sonlu bir varlık olduğunun farkındadır. Bu sonluluk, yani ölüm dünyayı bir reddediş değil, ona layık olduğu anlamı vermeye yönelik olmalıdır. Ölümle yüzleşmenin kaygısı Dasein’ı dünya içinde varlık yapar. Dasein sahip olduğu imkânlardan kaçarken endişe yaşar. O anda hergünkülüğünden kopar ve ilişkisellik bütünü olarak varolan dünyası yıkılıp gider. Endişe anında Dasein kendiyle baş başa kalır. Bu endişe bir nesne veya başka bir şeyden duyulan bir durum değil bilakis tümüyle nesnesiz bir ruh halidir. Tümüyle dünya içinde olmaktan duyulan bir halet-i ruhiyedir. Dolayısıyla endişeyi ortaya çıkaran durum olanaklara sahip olup aynı zamanda yokmuş gibi davranmaktır.
Dasein endişe ile bu düşmüşlükten geri çağırılır ve kaygı ile hakiki Varlığına ulaşılır. Endişe bize Dasein’ın aslında kaygılı bir varolan olduğunu gösterir. Kaygı Dasein’ın evren içinde yitmişliğinin farkına varmasıdır. Heidegger’e göre Dasein’ın Varlığı olarak kaygının anlamı onun zamansallığıdır. Burada zaman çizgisel bir biçimde sonsuzdan gelip sonsuza giden bir şey olarak anlaşılmamalıdır. Heidegger’e göre zaman fiziksel yasaların bir kategorisi değil, Dasein’ın yaşantısına ait bir unsurdur. Dasein zamanı varoluşsal, geçici ve kaygı verici bir belirlenim olarak tecrübe etmektedir. Dasein zamansallığının farkına varırsa yani ölüme doğru bir varlık olduğunun bilincinde olursa içinde derin bir kaygı oluşur. Bu anlamda kaygı hiçliği gösterir. Böylece” Dasein egzistansiyalitesinin asli ontolojik temeli zamansallık olduğu da ortaya çıkmış olur”[5]
Dasein geçmişten ve gelecekten izole edilmiş bir “şimdi” içerisinde varolamaz. Onun varlığı geçmişe bir yöneliş, geleceğe dair bir bekleyiş ve an ile mündemiçtir. Heidegger’in kaygıdan anladığı Kierkegaard’tan farklıdır. Zira Kierkegaard’ın kaygısı Tanrı karşısında olmaklığın vermiş olduğu bir kaygıdır. (Örneğin Tanrı karşısında günah işlemekten duyulan bir durum.) Heidegger de ise sonlu bir varlık olan Dasein’ın hiçlik karşısında duyduğu kaygıdır. Ölüm ile birlikte olanaklarının gerçekleştiremeyeceğini anlayan Dasein’ın ruh durumu kaygılıdır. Öte yandan kaygı, düşmüşlükten çıkış olanağı da sunar. İnsana düşen sorumluluk sonlu varlığına karşın imkanlarını gerçekleştirmeye çalışmaktır, tıpkı İslam’daki “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” düsturunda olduğu gibi. İnsanın benlik bütünlüğü ancak bu şekilde sağlanır zira.
Beklenildiği üzere Sartre da kaygı kavramı üzerinde ziyadesiyle kafa yoran isimler arasındadır. Onun da diğerleri gibi son tahlilde kaygıdan anladığı şey aynıdır. Lakin kaygıyı ele alış biçimi ve açıklama da kullandığı terminoloji farklıdır. O kaygıyı gelecek karşısında duyulan bir iç daralması olarak tanımlar. Yalnız öncelikle şu belirlenimi yapmak gerekir ki Sartre kaygı durumunu belirtmek için Heidegger gibi “angst” terimini kullanmaz. Onun üzerinde durduğu kavram “bulantı” (nauesa) ‘dır ya da iç daralmasıdır.
Sartre’a göre varoluşçuluğun ilk işi varlığın sorumluluğunu insanın omuzlarına yüklemek olmuştur. Ona göre kişi eylemde bulunurken sadece kendinden değil, tüm insanlıktan sorumlu olarak o eylemi gerçekleştirir. İnsanın varlığı ile özgür oluşu arasında bir fark yoktur. Yani Sartre için olmak ve eylemek aynı şeydir. Seçimler gerekçesiz, nedensiz, keyfi değildir ve herkes seçimlerinin sorumluluğunu alır. Bu seçimlerin sorumluluğunun bilincinde olmak insanı bulantıya sevk eder. Sartre’a göre bulantı bizi eylemden ayıran bir perde değil aksine bizi eylemle birleştiren harekete geçiren mobilize edici bir duygudur. Özgürlüğün farkına varmak iç daralmasıyla olur.
İç daralması olanaklı olanların yani özgürlüğün kavranmasıdır, bu olanaklar karşısında alınan tavırdır. Bu beraberinde bize seçim ve sorumluluk yükünü getirir. Bu yükten kaçmak için seçimlerimizin sorumluluğunu Tanrıya, başkalarına yüklemeye çalışarak bir çıkış yolu bulmaya çalışabiliriz. Ancak bu tam bir kendini aldatmadır ve aslında bu da bizi bilince götürür. Zira sadece insan varlığı kendini olumsuzlama tavrına sahiptir. Bu durumda yalan söyleyen ve söylenen kişi aynı olduğundan kişi kendini aldattığının farkındadır. Bu nedenle iç daralması bilinçten atılamaz.
Biterken…
Kaygının hem psikolojide hem felsefede çeşitli anlamlarıyla kullanıldığını gördük. Psikolojide bu kavrama yüklenen anlam genelde olumsuz olmakla birlikte kaygı, daha çok biyolojik ve bedensel mekanizmalarla birlikte anlaşılmakta. Farklı alanlarda yer bulması ona atfedilen anlamların da değişmesine ortam hazırlamıştır. Özü itibariyle iç sıkıntısı olarak nitelendirilebilecek kaygı, tümüyle psikoloji alanına aitmiş gibi görünse de asıl anlamını felsefi ortamda bulmaktadır. Zira nesnesinin hiçlik oluşu ve felsefede hiçlik kavramına ayrılan alanın varlıkla birlikte anlaşılması onu tümüyle ontolojik bir zemine çekmiştir. Her iki alanda da belirsizlik minvalinde anlaşılması ve geleceğe yönelik şimdi de ortaya çıkması kişiyi an’da eyleme geçirmesi yönüyle oldukça önemlidir.
Felsefi alanda büyük bir önem kazanması varoluşçuluk akımıyla birlikte olmuştur. Zira dönem insana sadece bir akıl varlığı olarak bakma geleneğinin son bulduğu, onun aklıyla, duygularıyla, edimleriyle, irrasyonel ve paradoksal yapısıyla yani konkre olarak anlaşıldığı bir dönemi içerisine alır. İnsanın kaygılı bir kişilik yapısına sahip olduğunun ilk altını çizen isim Kierkegaard olmuştur. Yine kaygının korkudan nesnesi olmayışı yönüyle ayrıldığı belirlenimini yapan Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard’tır. Lakin buradaki kaygı Tanrı karşısında duyulan bir kaygıdır.
Heidegger ve Sartre da Kierkegaard’tan etkiyle kaygı kavramını işlemişler ancak onların kaygısı Tanrı karsısında duyulan bir acziyet duygusu sonucu oluşan bir durum değildir. Heidegger dünyaya fırlatılmışlık içinde kendini bulan insanın belirli bir çevreye ve zaman ait olduğunu söyler. İnsan sonlu olduğunun farkındadır. Ölüme dair farkındalık dünyayı reddediş değil, ona layık olduğu anlamı vermeye yöneliktir. Ölüme giden yolda fırlatılmışlığın içinde, yaşadığı iç huzursuzluktur kaygı. Bu dünyanın anlamsızlığı karşısında kendi temelindeki hiçliği keşfetmesidir. Yani Tanrı karşısında değil, hiçlik karşısında duyulan bir kaygı. Sartre da buna bulantı diyecektir. Burada Heidegger’in Sartre üzerindeki etkisini göz ardı edemeyiz. Zira bulantı kavramını dünya içinde varolan bir varlık olarak nitelediği Dasein’ndan mülhem söylemiştir.
Dasein kendi dışında kalan varolanlarla varoluşsal, zamansal ve kaygısal bir ilişkisellik içindedir. Bu etkiyi özellikle Dasein’ın özgün bir varoluş içerisinde olabilmesi için üstlenmesi gereken sorumluluk kavramında görmek mümkün. Sorumluluk Sartre’ın varoluş felsefesinin en temel kaynağıdır ve sorumluluğu iç daralmasının bir sonucu olan bulantıyla birlikte anlamamız doğru olur. Çünkü insana ait sorumluluklar seçimler onda bir bulantı meydana getirir. Zira sorumluluk insana ahlaksal bir varlık olma yükümlülüğünü getirir. Son olarak kaygı, iç daralması, bulantı vs. adına ne diyecek olursak olalım; onu insanın bu dünyayı anlamlandırma çabasında en temel mobilize edici kuvvet olarak görebiliriz.
KAYNAKÇA
Blackham, H. J. Altı Varoluşçu Düşünür. (Çev. Ekin Uşşaklı). (Birinci basım) : Dost Kitabevi Yayınları, Ankara,2005
Cevizci, Ahmet; Felsefe; Sentez Yayıncılık; İstanbul,2008
Çüçen, Abdukladir; Varoluş Filozofları; Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2015
Çüçen, Abdulkadir; Martin Heidegger: Varlık ve Zaman ( 4.Baskı) Sentez Yayıncılık;
İstanbul, 2012
Direk, Zeynep; Çağdaş Fransız Düşüncesi; (Derleyen: Zeynep Direk, Refik Güremen); Kibrit Kitabevi, İstanbul, 2013
Heidegger Martin; Varlık ve Zaman; (Çev: Kaan Ökten): Agora Kitaplık; İstanbul, 2008
Koç, Emel; Gabriel Marcel Üstüne; Pegem Akademi; Ankara,2014
Koç, Emel; Gbriel Marcel ve Sadakat; ART Basın Yayım; Ankara, 2004
Magill Frank; Egzistansiyalist Felsefenin Beş Klasiği; Çev: Vahap Mutal); Degah Yayınları; İstanbul,1992
Sartre, J.Paul; Varoluşçuluk; (Çev: Asım Bezirci); Say Yayınları; İstanbul, 1997
Aşar, Haluk; Heidegger ve Sartre Felsefelerinde Kaygı ve Bulantı Kavramlarının Analizi; Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi: sayı 17; 2014
Manav, Faruk; Kaygı Kavramı; Toplum Bilimleri Dergisi: Sayı 9; 2011
[1] Çüçen, Abdukladir (2012) Martin Heidegger: Varlık ve Zaman ( 4.Baskı) İstanbul, Sentez Yayıncılık
[2] Heidegger Martin; Varlık ve Zaman; ( Çev: Kaan Ökten ): Agora Kitaplık; İstanbul,2008
[3] Magill Frank; Egzistansiyalist Felsefenin Beş Klasiği; Çev: Vahap Mutal);Degah Yayınları; İstanbul,1992
[4] Kierkegaard Sören;Kaygı Kavramı; ( Çev: Vefa Taşdelen); Hece Yayınları, Ankara , 2004
[5] Heidegger Martin ;Varlık ve Zaman; ( Çev : Kaan Ökten ): Agora Kitaplık;İstanbul,2008