İslâm devletlerinin hududlarını tâyîn eden haritalar, İslâm Birliğini ayıran çizgiler olmamalıdır.
Sınırlar ve siyâsî menfâatler, bir bakıma, gene de ayrı olabilir. Fakat İslâm Âlemi’ne, hududların ve her türlü menfâatlerin üstünde bir İslâm Birliği lâzımdır.
Birkaç defâ, gayeleri sırf siyâsî olan Arap Birliği teşebbüsleri olmuş, fakat liderlerin kaprisleri ve hayâlleri seviyesini aşamayan bu hareketler, kâğıttan kuleler gibi, ilk sarsıntıda yıkılıp gitmiştir.
Amma İslâm Birliği ruhu, Müslümanlığın mayasında ve temelinde mevcûd olan ana cevherdir ve menfâate dayanan bütün engelleri ve çeşitli ideâlleri ağırlığı altına alacak ve kütleleri tek müşterek çehrede birleştirecek manevî ve ulvî bir gayedir.
Bu, yalnız Araplara değil bütün dünyâ Müslümanlarına şâmil öyle bir iman çatısıdır ki, onun kubbesi altında tahakkuk edecek bir alış veriş, yalnız manevî birlik bakımından değil, siyâsî ve iktisâdî şahlanış bakımından da, bütün Müslüman devletlerin güçlerine güç katacak bir kudret kaynağıdır. Yeter ki peşin olarak buna biz kendimiz inanalım.
Bu gün İslâm ülkelerini tâyîn eden hudud işaretleri dünyâ politikacılarının usta ve kasıtlı ellerinde, İslâm Birliği’ni tehdîd eden siyâsî kozlar, askerî tehlikeler ve tehdidler olarak kullanılmakta, çeşitli kışkırtmalar, sürtüşmeler, en azından kaş çatmalar hâlinde tecellî ve tahakkuk ederek Müslüman devletlerin iç ve dış siyâsetlerine istedikleri istikameti vermektedir.
Büyük kütle dediğimiz halk, bu gerçeği görmeyebilir. Görmemekte de mazur ve haklıdır. Amma devletlerinin idâre mes’uliyetini üstlerine almış olanların düşman oyununa gelmemeleri, durendiş, basiretli ve uyanık olmaları, birlik ve berâberlik anlayışının bütün İslâm câmiâsı için bir hayat ve memat meselesi olduğunu hem nazarî hem de amelî mânâda bilip, tatbikatında da acele etmeleri lâzımdır.
Şu bir hakikat ki, İslâm devletlerini birbirleriyle düelloya dâvet eden gizli ve sinsi kuvvetler vardır. Henüz Asya ve Afrika Müslümanlarının bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu’nun çatısı altında iken o gizli kuvvetler, bu düelloyu Türk ve Arap kavimleri arasında tertîb etmekte idiler. Başlıca senarist de, İngiltere sonra Çarlık Rusyası idi.
Tecrübeli ve kurnaz olduğu kadar gaddar ve merhametsiz de olan İngiliz siyâsetinin yüzünü güldüren haber alma ve câsusluk teşkilâtı hem münevverler hem de halk üstüne tatbik ettiği politikada elhak muvaffak olmuş ve Arab’ı Türk’e diş biler hâle getirmiştir.
Birkaç sene evvel gazetelerde, hiç de dikkati çekmeyen, basit bir yazı çıkmıştı. Çöllerin en yaşlısı olduğu tesbît edilen bir adam ile Garblı bir gazeteci arasında geçen kısa bir konuşma. İhtiyar olduğu kadar câhil de olan bu çöl sakini, kendince çok yaşamanın sırlarını söyledikten sonra, İngilizler sayesinde zengin olduğunu, kendisini Türklerle vuruşmaya teşvîk eden İngiliz ajanlarından çok para aldığını, bu sâyede de on yedi defâ evlendiğini iftiharla söylüyordu.
Muhammed ümmetinden bir gafilin, İsâ ümmetinden bir casusun altın keselerine tamah ederek dindaşlarına kılıç sallaması ve bununla da övünmesi kadar ağdalı bir cehâlet az bulunur. Amma ne yazık ki bu gaflete düşen, çölün o tek adamı değil, çöller dolusu Müslüman, aldatılmış ve elde edilmiş büyük kütlelerdir.
Bu, cehâletin zaferi idi. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm : «Oku!» âyeti ile başlıyordu. İç ve dış tabîat bilgilerine teşvîk eden, hattâ emreyleyen bu İlâhî sese riâyet ettiği ölçüde İslâm Âlemi dünyâya ışık tutmuş, rehber olmuş ve kütlelere, akı karadan seçecek kıstası vermişti.
Artık bugün İngiliz politikasının balonu sönmüş ve Büyük Britanya İmparatorluğu denen o azametli varlık, kabuğuna büzülüp kalarak, târihde bir göz açıp kapama müddeti denecek kadar kısa zamanda sağa sola avuç açar hâle gelmiştir.
Amma İslâm Âlemi’ni biribirine düşürmekte büyük menfâati ve payı olan mihraklar kurumamış hattâ yeni yeni fesat merkezleri türemiş bulunmaktadır.
Ancak, bunlar artık Türklerle Arapların arasını açmanın değil, siyâsî istiklâl kazanmış Arap devletlerini birbirine düşürmenin politik keyfi ve kazancı ile faaliyetlerini de bu istikamete çevirmişlerdir.
Bir vakitler Avrupa’nın can damarına kadar ilerlemiş olan Türk ordularına karşı, sırasında birbirini yiyen Avrupalı devletler nasıl birleşmiş idiyseler, şimdi de, İslâm Âleminin yekpâreleşmesine karşı aynı zihniyet kılıç sallamakta bulunuyor.
Siyâsî şartların elâstikiyeti, artık bir Türk-Arap soğukluğuna lüzum göstermediği için de, çatışma alanı, Arap ülkeleri arasına intikal etmiş bulunmaktadır.
Gerçi siyâset sahnesinde zaman zaman Türk-Arap zıddiyeti olmuş idiyse de resmî çerçeve içinde kalan bu ihtilâflar, Türk’ün Arab’a olan saygısını ve sevgisini asla sarsmamıştır. O kadar ki, Kurana ve Peygamberine bağlılığı sonsuz olan Türk, değil mukaddesâtı horlamak, yediği hurmanın çekirdeğini dahî çöplüğe atmayıp ayak basılmayan bir yere bırakacak kadar bir çöl meyvesini bile azîz tutmayı bilmiştir.
Kroniklere dayanan târihî bilgilerde, dâima gerçeklerle efsâneler yan yana yürümüştür. Amma şu var ki, efsâneler hangi devre âit ise, o devrin görüş ve anlayışını aksettirmesi bakımından mühimdir.
Meselâ rivâyete göre, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, misafir olduğu Şeyh Edebâli’nin evinde, kendisine tahsîs edilen odanın duvarına asılı bir Kur’ân-ı Kerîm olduğunu görünce, Hak kelâmına karşı uzanıp yatmayı saygısızlık addederek, sabaha kadar elpençe ayakta durmak sûretiyle imanının îcâb ettirdiği hürmet, sevgi ve bağlılığı göstermiştir.
Bu motif, devlet kurucusunun kütleye akseden ve kütle karşısında teyîd ve kabul olunan derûnî duygusudur. Gerçekten de o devrin iman anlayışından tâ bugüne uzanan ve halkın şuur altında yatan aşk ve iman hazînesi budur.”
Sınırlar ve siyâsî menfâatler, bir bakıma, gene de ayrı olabilir. Fakat İslâm Âlemi’ne, hududların ve her türlü menfâatlerin üstünde bir İslâm Birliği lâzımdır.
Birkaç defâ, gayeleri sırf siyâsî olan Arap Birliği teşebbüsleri olmuş, fakat liderlerin kaprisleri ve hayâlleri seviyesini aşamayan bu hareketler, kâğıttan kuleler gibi, ilk sarsıntıda yıkılıp gitmiştir.
Amma İslâm Birliği ruhu, Müslümanlığın mayasında ve temelinde mevcûd olan ana cevherdir ve menfâate dayanan bütün engelleri ve çeşitli ideâlleri ağırlığı altına alacak ve kütleleri tek müşterek çehrede birleştirecek manevî ve ulvî bir gayedir.
Bu, yalnız Araplara değil bütün dünyâ Müslümanlarına şâmil öyle bir iman çatısıdır ki, onun kubbesi altında tahakkuk edecek bir alış veriş, yalnız manevî birlik bakımından değil, siyâsî ve iktisâdî şahlanış bakımından da, bütün Müslüman devletlerin güçlerine güç katacak bir kudret kaynağıdır. Yeter ki peşin olarak buna biz kendimiz inanalım.
Bu gün İslâm ülkelerini tâyîn eden hudud işaretleri dünyâ politikacılarının usta ve kasıtlı ellerinde, İslâm Birliği’ni tehdîd eden siyâsî kozlar, askerî tehlikeler ve tehdidler olarak kullanılmakta, çeşitli kışkırtmalar, sürtüşmeler, en azından kaş çatmalar hâlinde tecellî ve tahakkuk ederek Müslüman devletlerin iç ve dış siyâsetlerine istedikleri istikameti vermektedir.
Büyük kütle dediğimiz halk, bu gerçeği görmeyebilir. Görmemekte de mazur ve haklıdır. Amma devletlerinin idâre mes’uliyetini üstlerine almış olanların düşman oyununa gelmemeleri, durendiş, basiretli ve uyanık olmaları, birlik ve berâberlik anlayışının bütün İslâm câmiâsı için bir hayat ve memat meselesi olduğunu hem nazarî hem de amelî mânâda bilip, tatbikatında da acele etmeleri lâzımdır.
Şu bir hakikat ki, İslâm devletlerini birbirleriyle düelloya dâvet eden gizli ve sinsi kuvvetler vardır. Henüz Asya ve Afrika Müslümanlarının bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu’nun çatısı altında iken o gizli kuvvetler, bu düelloyu Türk ve Arap kavimleri arasında tertîb etmekte idiler. Başlıca senarist de, İngiltere sonra Çarlık Rusyası idi.
Tecrübeli ve kurnaz olduğu kadar gaddar ve merhametsiz de olan İngiliz siyâsetinin yüzünü güldüren haber alma ve câsusluk teşkilâtı hem münevverler hem de halk üstüne tatbik ettiği politikada elhak muvaffak olmuş ve Arab’ı Türk’e diş biler hâle getirmiştir.
Birkaç sene evvel gazetelerde, hiç de dikkati çekmeyen, basit bir yazı çıkmıştı. Çöllerin en yaşlısı olduğu tesbît edilen bir adam ile Garblı bir gazeteci arasında geçen kısa bir konuşma. İhtiyar olduğu kadar câhil de olan bu çöl sakini, kendince çok yaşamanın sırlarını söyledikten sonra, İngilizler sayesinde zengin olduğunu, kendisini Türklerle vuruşmaya teşvîk eden İngiliz ajanlarından çok para aldığını, bu sâyede de on yedi defâ evlendiğini iftiharla söylüyordu.
Muhammed ümmetinden bir gafilin, İsâ ümmetinden bir casusun altın keselerine tamah ederek dindaşlarına kılıç sallaması ve bununla da övünmesi kadar ağdalı bir cehâlet az bulunur. Amma ne yazık ki bu gaflete düşen, çölün o tek adamı değil, çöller dolusu Müslüman, aldatılmış ve elde edilmiş büyük kütlelerdir.
Bu, cehâletin zaferi idi. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm : «Oku!» âyeti ile başlıyordu. İç ve dış tabîat bilgilerine teşvîk eden, hattâ emreyleyen bu İlâhî sese riâyet ettiği ölçüde İslâm Âlemi dünyâya ışık tutmuş, rehber olmuş ve kütlelere, akı karadan seçecek kıstası vermişti.
Artık bugün İngiliz politikasının balonu sönmüş ve Büyük Britanya İmparatorluğu denen o azametli varlık, kabuğuna büzülüp kalarak, târihde bir göz açıp kapama müddeti denecek kadar kısa zamanda sağa sola avuç açar hâle gelmiştir.
Amma İslâm Âlemi’ni biribirine düşürmekte büyük menfâati ve payı olan mihraklar kurumamış hattâ yeni yeni fesat merkezleri türemiş bulunmaktadır.
Ancak, bunlar artık Türklerle Arapların arasını açmanın değil, siyâsî istiklâl kazanmış Arap devletlerini birbirine düşürmenin politik keyfi ve kazancı ile faaliyetlerini de bu istikamete çevirmişlerdir.
Bir vakitler Avrupa’nın can damarına kadar ilerlemiş olan Türk ordularına karşı, sırasında birbirini yiyen Avrupalı devletler nasıl birleşmiş idiyseler, şimdi de, İslâm Âleminin yekpâreleşmesine karşı aynı zihniyet kılıç sallamakta bulunuyor.
Siyâsî şartların elâstikiyeti, artık bir Türk-Arap soğukluğuna lüzum göstermediği için de, çatışma alanı, Arap ülkeleri arasına intikal etmiş bulunmaktadır.
Gerçi siyâset sahnesinde zaman zaman Türk-Arap zıddiyeti olmuş idiyse de resmî çerçeve içinde kalan bu ihtilâflar, Türk’ün Arab’a olan saygısını ve sevgisini asla sarsmamıştır. O kadar ki, Kurana ve Peygamberine bağlılığı sonsuz olan Türk, değil mukaddesâtı horlamak, yediği hurmanın çekirdeğini dahî çöplüğe atmayıp ayak basılmayan bir yere bırakacak kadar bir çöl meyvesini bile azîz tutmayı bilmiştir.
Kroniklere dayanan târihî bilgilerde, dâima gerçeklerle efsâneler yan yana yürümüştür. Amma şu var ki, efsâneler hangi devre âit ise, o devrin görüş ve anlayışını aksettirmesi bakımından mühimdir.
Meselâ rivâyete göre, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, misafir olduğu Şeyh Edebâli’nin evinde, kendisine tahsîs edilen odanın duvarına asılı bir Kur’ân-ı Kerîm olduğunu görünce, Hak kelâmına karşı uzanıp yatmayı saygısızlık addederek, sabaha kadar elpençe ayakta durmak sûretiyle imanının îcâb ettirdiği hürmet, sevgi ve bağlılığı göstermiştir.
Bu motif, devlet kurucusunun kütleye akseden ve kütle karşısında teyîd ve kabul olunan derûnî duygusudur. Gerçekten de o devrin iman anlayışından tâ bugüne uzanan ve halkın şuur altında yatan aşk ve iman hazînesi budur.”