Hicri birinci yüzyılda kelam ve sözün Tanrıya nispet edilmesiyle Tanrı’nın mütekellim ve konuşan olarak tavsif edilmesinin nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili oldukça karmaşık ve zor bir düşünsel sorun ortaya çıktı. Bu ilk dönemlerin en karmaşık ve zor kelami tartışmasıydı.
Filozoflar bu tartışmada “söz ve kelamı” hangi anlamıyla olursa olsun Tanrıya nispet etmedikleri için yer almadılar.
Eşariler ise söz ve kelamın “nefsi kelam” olduğunu söylediler. Onlara göre lafzi kelamı bu nefsi kelamın tezahür ve tercümanı olarak adlettiler. Mütekellim sıfatı onlara göre Tanrının fiili değilde zati sıfatlarından birisidir. Bu kabulün temelinde vahyin beşeri olanla sınırlı anlayışının sonuçlarından kaçmaktır.
Mutezile ise bütün olaylara aklen caiz olup olmama acısından baktığı için sözü tanrıya aklen addedebilmek için çıkış yolu arıyorlardı ve bunu şu şekilde sağladırlar;
Mütekellim ve konuşanın kelamın kendisiyle kaim olduğu kişi değil de “kelamın faili” olduğunu söyledirler. Yani Tanrı sözü yine Tanrı tarafından yaratılmış sesler demektir. İşte Tanrı bu seslerin yaratıcısı olması hasebiyle mütekellim ve konuşandır. Bu anlayıştan yola çıkan mutezile ilahi kelamın nasıl anlaşılacağı sorununa yönelmiş ve bunun için dil teorisi geliştirmiştir. Bu teoriye göre insan,konuşanın sıfatlarını ve kastını bilmedikçe konuşandan sadır olan sözün lafzi delaleti hiçbir şekilde açığa çıkamaz. Yani konuşanın nasıl bir varlık olduğu bilinmedikçe ondan sadır olan sözden herhangi bir delaletin hasıl olabilmesi mümkün değildir.
Mutezileye göre bir sözün bir medlule delalet edebilmesi için en az iki şarta sahip olması gerekir.
1-vazetmede mutabakat ve uzlaşmanın sağlanması
2-konuşanın sıfatlarıyla kastının ne olduğunu bilmesi.
Birinci şartın anlamı ; kelime ve terkiplerin bir anlama delalet etmesinin insani bir uzlaşıma dayanan itibari bir mesele olduğudur. bu kabulle dilin ortaya çıkması ve gelişmesinin insani bir olgu olduğunu kabul ederek vahyin antropolojik olarak incelenmesinin yolunu açmışlardır.
dil insani bir olgu olduğunda isimle müsemma arasında ki ilişkiyi kuranın insan olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Buradan da insan ancak bilgisiyle ihata ettiği şeyleri isimlendirebilmektedir.
Böyle bir anlayıştan çıktığımızda Tanrı ,insanların diliyle konuşmuştur deriz aynı zamanda. Bu da vahyin insani ve beşeri olanın içinde tezahür ettiğini ve bu yüzden de sınırlı ve mahdut olduğunu kabul etmiş oluruz.
Mutezileye göre lagzi delaletin ikinci şartı konuşanın kasıt ve sıfatlarının bilinmesidir.
bu iki şart gözönünde bulundurulmadan haberin kendi başına herhangi bir delaleti yoktur. Çünkü birisi herhangi bir kasıt taşımadan haber verebilir. Haberi haber yapan şey kasıttır. Tanrının kasıt ve niyetinin anlaşılabilmesi için de önceden tevhid,adalet ve sair sıfatları ile Tanrı acısından caiz olan ve olmayan şeylerin bilinmesiyle mümkün olabilir.
Kadıabdulcabbar’a göre sözü,failden sadır olan fiil şeklinde görmek gerekir.
Filozoflar bu tartışmada “söz ve kelamı” hangi anlamıyla olursa olsun Tanrıya nispet etmedikleri için yer almadılar.
Eşariler ise söz ve kelamın “nefsi kelam” olduğunu söylediler. Onlara göre lafzi kelamı bu nefsi kelamın tezahür ve tercümanı olarak adlettiler. Mütekellim sıfatı onlara göre Tanrının fiili değilde zati sıfatlarından birisidir. Bu kabulün temelinde vahyin beşeri olanla sınırlı anlayışının sonuçlarından kaçmaktır.
Mutezile ise bütün olaylara aklen caiz olup olmama acısından baktığı için sözü tanrıya aklen addedebilmek için çıkış yolu arıyorlardı ve bunu şu şekilde sağladırlar;
Mütekellim ve konuşanın kelamın kendisiyle kaim olduğu kişi değil de “kelamın faili” olduğunu söyledirler. Yani Tanrı sözü yine Tanrı tarafından yaratılmış sesler demektir. İşte Tanrı bu seslerin yaratıcısı olması hasebiyle mütekellim ve konuşandır. Bu anlayıştan yola çıkan mutezile ilahi kelamın nasıl anlaşılacağı sorununa yönelmiş ve bunun için dil teorisi geliştirmiştir. Bu teoriye göre insan,konuşanın sıfatlarını ve kastını bilmedikçe konuşandan sadır olan sözün lafzi delaleti hiçbir şekilde açığa çıkamaz. Yani konuşanın nasıl bir varlık olduğu bilinmedikçe ondan sadır olan sözden herhangi bir delaletin hasıl olabilmesi mümkün değildir.
Mutezileye göre bir sözün bir medlule delalet edebilmesi için en az iki şarta sahip olması gerekir.
1-vazetmede mutabakat ve uzlaşmanın sağlanması
2-konuşanın sıfatlarıyla kastının ne olduğunu bilmesi.
Birinci şartın anlamı ; kelime ve terkiplerin bir anlama delalet etmesinin insani bir uzlaşıma dayanan itibari bir mesele olduğudur. bu kabulle dilin ortaya çıkması ve gelişmesinin insani bir olgu olduğunu kabul ederek vahyin antropolojik olarak incelenmesinin yolunu açmışlardır.
dil insani bir olgu olduğunda isimle müsemma arasında ki ilişkiyi kuranın insan olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Buradan da insan ancak bilgisiyle ihata ettiği şeyleri isimlendirebilmektedir.
Böyle bir anlayıştan çıktığımızda Tanrı ,insanların diliyle konuşmuştur deriz aynı zamanda. Bu da vahyin insani ve beşeri olanın içinde tezahür ettiğini ve bu yüzden de sınırlı ve mahdut olduğunu kabul etmiş oluruz.
Mutezileye göre lagzi delaletin ikinci şartı konuşanın kasıt ve sıfatlarının bilinmesidir.
bu iki şart gözönünde bulundurulmadan haberin kendi başına herhangi bir delaleti yoktur. Çünkü birisi herhangi bir kasıt taşımadan haber verebilir. Haberi haber yapan şey kasıttır. Tanrının kasıt ve niyetinin anlaşılabilmesi için de önceden tevhid,adalet ve sair sıfatları ile Tanrı acısından caiz olan ve olmayan şeylerin bilinmesiyle mümkün olabilir.
Kadıabdulcabbar’a göre sözü,failden sadır olan fiil şeklinde görmek gerekir.
BU YAZININ ALINDIĞI ADRES İÇİN TIKLAYIN>>>