Batılılaşma serüvenimiz içinde bazı sanatçılarımız hep Batı’yı referans almış ve bunda o kadar ileri gitmişler ki bu toplumun köklerine inmeyi akıllarına bile getirememişler. Akıllarına getirdiklerinde ise olumsuz çağrışımlar üzerinde durmuşlardır.
Allah’ın, es Sâni’, el Bedi’ gibi sıfatlara sahip olduğunu ve evrenin, Allah’ın sanatının bir tecellisi olduğunu gören bazı sanatçılarımız ise, hiçbir şeyin olamayacağı gibi sanatın da Allah’tan bağımsız olamayacağını kabul ederler.
Mustafa Kutlu’nun da bariz/ayırıcı özelliklerinden birisidir bu. Kutlu, hikâyelerinde, kişiyi, onun yaşadığı evi, evin bulunduğu mahalleyi, mahallenin bulunduğu şehri anlatırken bizim köklerimize işaret etmeyi asla ihmal etmemiş, bu toplumun medeniyet köklerine sürekli vurgu yapmıştır. Öyle ya bin yılı aşkın bir süredir kendisiyle şekillenen değerlerden soyutlayarak bu toplum nasıl anlaşılabilir. O bunu görmezden gelmemiştir. Mesela birçok hikâyesinde olduğu gibi bu hikâyede de (s. 13, 37) camiyi mekânın ayrılmaz bir parçası olarak yansıtır. Cami, köyde/mahallede/şehirde vardır ve davetkârdır. Yeşillikler içerisinde bir huzur adasıdır.
İnsani ilişkileri temiz bir üslupla ele alır. Bir hikâyenin bir romanın yazılması için illa çarpık ilişkilerin işlenmesi, cinsel tasvirlerin yapılması gerekmediğini, insanın tabii ve fıtri duygularının cinselliğin karanlığı içinde kaybedilmeden de anlatılabileceğini ispat eder.
Bir kuş sesi kadar güzel, bir ney sesi kadar içli ve bir çimen yeşili kadar ferahlatıcı bir üslubu yanında Kutlu, hikâyelerinde farklı anlatım tarzlarını başarıyla kullanır. Örneğin bu hikâyenin bir yerinde (s.36) Kur’an’ın çokça kullandığı çarpıcı ve dikkat çekici üslubu kullandığı gözden kaçmaz:
“…Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla delindiği, suların önünün kesildiği zaman; Bulutların kirlendiği zaman; O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam, balıkların ve su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin, kertenkelenin, sincabın ve tarla kuşunun birlikte söylediği ilahi ansızın kesildiği zaman…
Görüldü ki; ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen geniş, kara, parlak, sıvaşık bir yol açılıvermiş.”
Tasvirleri çok canlıdır. Berrak suyuyla şarıl şarıl akan bir dereyi tasvir ediyorsa, size o suyun sesini, güneşin altın sarısı rengiyle su da yansımasını hatta suyun tadını hissettirir. Daha da ötesi tasvir etmediği halde derenin etrafındaki yeşillikleri ve suyun altında yıkana yıkana kayganlaşmış küçük renkli taşları bile görürsünüz.
Mustafa Kutlu’nun bu hikâyesi de dâhil hemen hemen bütün hikâyelerinde şu şarıltısı, toprak kokusu, güneş parıltısı ve gökyüzünün mavisi yani kısaca her insanın yakın olmak isteyeceği şeyler var. Onu okurken, su şarıltısını dinler, toprağı koklar, güneşin hararetinde sırtınızı ısıtır ve sonsuz bir maviliği seyredersiniz. Cırcır böceğinin geceye esrarlı bir hava katan sesini, söğüt ağacının serinleten yapraklarını, çalı çırpıyı, mavi mavi, pembe pembe, kadife kadife gülen çiçekleri de eklemek gerek. Bir de mahalleyi, mahallenin, üstü ağaç dallarıyla kaplanmış çeşmesini, bodur ve sevimli minaresiyle camisini, insana dünya ahiret dengesini hatırlatan mezarlığını görürsünüz onun hikâyelerinde. Ama her şeyden önce bu tabiatta, bu mahallede yaşayan, gülen güldüren, ağlayan ağlatan, hüzünlenen, inanan iman eden insan üzerinde durur.
Sade cümleler içinde hikmet dolu ifadeler kullanır. Bu ifadeler bu kısa halleriyle bile aslında bir hayat tarzının, bir uygarlığın eleştirisidir. Örneğin, “Lunapark parlıyor, kendinden başka her şeyi karartarak” cümlesiyle (s. 9) belki de batı tarzı ışıklandırılmış yerlerdeki eğlence şekline bir eleştiri getirmekte, aslında gecenin gece gibi gündüzün de gündüz gibi yaşanması gerektiği üzerinde durmaktadır. Nitekim hikâyesinin başka bir yerinde (s. 39) insanların artık geç yatıp geç kalktıklarından bahseder. Hikâyenin kahramanlarından Yorgancı Hafız Yaşar bu durumu, “gece gecedir, gündüz de gündüz” diyerek eleştirdiğinde alaycı bakışlara maruz kalır. O ise bu bakışlara ısrarla, “Evet öyle diyorum. Gece ibadet ve uyku, gündüz, çalışma” karşılığını verir. (s. 40) Bu bize, “Uykuyu dinlenme yaptık, geceyi (karanlığıyla sizi örten) bir elbise yaptık. Gündüzü geçim zamanı yaptık” (Nebe, 9-11) ayetlerini hatırlattı. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini yazarken Kur’an’dan beslendiğini de.
Allah’ın, es Sâni’, el Bedi’ gibi sıfatlara sahip olduğunu ve evrenin, Allah’ın sanatının bir tecellisi olduğunu gören bazı sanatçılarımız ise, hiçbir şeyin olamayacağı gibi sanatın da Allah’tan bağımsız olamayacağını kabul ederler.
Mustafa Kutlu’nun da bariz/ayırıcı özelliklerinden birisidir bu. Kutlu, hikâyelerinde, kişiyi, onun yaşadığı evi, evin bulunduğu mahalleyi, mahallenin bulunduğu şehri anlatırken bizim köklerimize işaret etmeyi asla ihmal etmemiş, bu toplumun medeniyet köklerine sürekli vurgu yapmıştır. Öyle ya bin yılı aşkın bir süredir kendisiyle şekillenen değerlerden soyutlayarak bu toplum nasıl anlaşılabilir. O bunu görmezden gelmemiştir. Mesela birçok hikâyesinde olduğu gibi bu hikâyede de (s. 13, 37) camiyi mekânın ayrılmaz bir parçası olarak yansıtır. Cami, köyde/mahallede/şehirde vardır ve davetkârdır. Yeşillikler içerisinde bir huzur adasıdır.
İnsani ilişkileri temiz bir üslupla ele alır. Bir hikâyenin bir romanın yazılması için illa çarpık ilişkilerin işlenmesi, cinsel tasvirlerin yapılması gerekmediğini, insanın tabii ve fıtri duygularının cinselliğin karanlığı içinde kaybedilmeden de anlatılabileceğini ispat eder.
Bir kuş sesi kadar güzel, bir ney sesi kadar içli ve bir çimen yeşili kadar ferahlatıcı bir üslubu yanında Kutlu, hikâyelerinde farklı anlatım tarzlarını başarıyla kullanır. Örneğin bu hikâyenin bir yerinde (s.36) Kur’an’ın çokça kullandığı çarpıcı ve dikkat çekici üslubu kullandığı gözden kaçmaz:
“…Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla delindiği, suların önünün kesildiği zaman; Bulutların kirlendiği zaman; O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam, balıkların ve su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin, kertenkelenin, sincabın ve tarla kuşunun birlikte söylediği ilahi ansızın kesildiği zaman…
Görüldü ki; ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen geniş, kara, parlak, sıvaşık bir yol açılıvermiş.”
Tasvirleri çok canlıdır. Berrak suyuyla şarıl şarıl akan bir dereyi tasvir ediyorsa, size o suyun sesini, güneşin altın sarısı rengiyle su da yansımasını hatta suyun tadını hissettirir. Daha da ötesi tasvir etmediği halde derenin etrafındaki yeşillikleri ve suyun altında yıkana yıkana kayganlaşmış küçük renkli taşları bile görürsünüz.
Mustafa Kutlu’nun bu hikâyesi de dâhil hemen hemen bütün hikâyelerinde şu şarıltısı, toprak kokusu, güneş parıltısı ve gökyüzünün mavisi yani kısaca her insanın yakın olmak isteyeceği şeyler var. Onu okurken, su şarıltısını dinler, toprağı koklar, güneşin hararetinde sırtınızı ısıtır ve sonsuz bir maviliği seyredersiniz. Cırcır böceğinin geceye esrarlı bir hava katan sesini, söğüt ağacının serinleten yapraklarını, çalı çırpıyı, mavi mavi, pembe pembe, kadife kadife gülen çiçekleri de eklemek gerek. Bir de mahalleyi, mahallenin, üstü ağaç dallarıyla kaplanmış çeşmesini, bodur ve sevimli minaresiyle camisini, insana dünya ahiret dengesini hatırlatan mezarlığını görürsünüz onun hikâyelerinde. Ama her şeyden önce bu tabiatta, bu mahallede yaşayan, gülen güldüren, ağlayan ağlatan, hüzünlenen, inanan iman eden insan üzerinde durur.
Sade cümleler içinde hikmet dolu ifadeler kullanır. Bu ifadeler bu kısa halleriyle bile aslında bir hayat tarzının, bir uygarlığın eleştirisidir. Örneğin, “Lunapark parlıyor, kendinden başka her şeyi karartarak” cümlesiyle (s. 9) belki de batı tarzı ışıklandırılmış yerlerdeki eğlence şekline bir eleştiri getirmekte, aslında gecenin gece gibi gündüzün de gündüz gibi yaşanması gerektiği üzerinde durmaktadır. Nitekim hikâyesinin başka bir yerinde (s. 39) insanların artık geç yatıp geç kalktıklarından bahseder. Hikâyenin kahramanlarından Yorgancı Hafız Yaşar bu durumu, “gece gecedir, gündüz de gündüz” diyerek eleştirdiğinde alaycı bakışlara maruz kalır. O ise bu bakışlara ısrarla, “Evet öyle diyorum. Gece ibadet ve uyku, gündüz, çalışma” karşılığını verir. (s. 40) Bu bize, “Uykuyu dinlenme yaptık, geceyi (karanlığıyla sizi örten) bir elbise yaptık. Gündüzü geçim zamanı yaptık” (Nebe, 9-11) ayetlerini hatırlattı. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini yazarken Kur’an’dan beslendiğini de.
BU KİTAP TAHLİLİ ŞU LİNKTEN ALINMIŞTIR: LİNK>>>
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekkür ederiz.