“…vatanlarını yaşanılmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır” diyordu Cemil Meriç. Ve, bilinmiyor değil, aksine malumun ilamı: bu cümle halen okunmadı!
Bu, aslında bu kadar sınırlı bir eleştiri olamaz. Sadece Meriç değil –içine kendimi de katarak ve utanarak söylüyorum ki- bu tarafların, belki soyut bir genellemeyle ‘doğu’nun metinleri, maalesef, henüz yeterli seviyede okunabilmiş değil. Halbuki yine Meriç, ışığın doğudan geldiğine vurgu yapıyordu.
En genel anlamıyla ‘şey’lerin manevi tarafları onlara derinlik katan ve aslında onları hakikatiyle anlamak için bilgisine vakıf olunması gereken parçaları. Bu kolaylıkla din eksenli bir okuma gibi algılanabilir. Lakin dini boyut, kastımızın içinde yer almakla birlikte onun tamamını oluşturmuyor. Buradaki manevi vurgudan kastımız, maddi olanın dışında kalan her şey.
Modern düşünce ve onun ilk hamleleriyle birlikte insanın tefekkür süreci meselelerin derinine nüfuz etmeyi bir kenara bıraktı. Bu, bir göz ardı etmeden ziyade bir çıkarımdı adeta: gerçeklik alanı görünenle sınırlıydı. Onun arkasında başka bir hakikat gizli olamazdı zira söz konusu hakikatin bir görüntüsü, bir algısı yoktu. Zaten sistemin üzerine kurulu olduğu en temel yasalar ifade etmek istediğimizin zannediyorum en güzel özetidir de: A A’ya eşittir, A B değildir ve bunların dışında başka bir ihtimal mevcut olamaz.
Şimdi, bu, açıktır ki madde eksenli ve dolayısıyla sathi olmak durumunda kalan bir varlık telakkisine yol açtı. Pozitif sosyal bilim adıyla insan ilişkileri kalıba sokulmaya çalışıldı. İki kere ikinin dört etmesinin sosyal alanda bir muadili bulunmalıydı. Buna ulaşıldığında insanın bir an sonra ne eyleyeceği tahmin edilebilir, böylelikle de bir anlamda hakikate kavuşulurdu. Ama gözden kaçan bir şey, hakikatin tanımı gereği –elbette mümkünler dünyasında- erişilemeyecek bir şey olmasıydı ki, bunu da doğunun metinleri söylüyor bize.
Elbette sosyal alanın değerden arındırılması düşünülemez. Bu manada sosyal alan, tam olarak bir bilim çerçevesi içerisine sıkıştırılamayacaktır. Bir hocamın ifadesinden hatırlıyorum: “anlam ana uygundur”. Galiba bu, çok nitelikli bir özeti söylemek istediklerimizin. Bu kuşkusuz yorumlayıcı bir yaklaşım. Ama pozitif yaklaşımın bunu kabulü mümkün değildi ve ona evrensel yasalar gerekiyordu. Ama kendisine tokat atıldığı halde sinirlenmeyen ilk insan, pozitivist yaklaşımın kendi anlayışı gereğince, derhal yerle bir edecekti pozitivizmi. Ama bu süreç yeterince dikkatli izlen(e)medi insanlık tarafından ve bu madde eksenli dünya görüşü zihinlere egemen olmaya devam etti.
Modern düşünce yasalar arayadursun, doğunun metinleri, her ne kadar yeterince okunmasalar da, dimdik ayaktalar ve bu maddeci dünya anlayışına hala en şiddetli tokat mahiyetindeler. İlk akla gelen örneğiyle Mevlana’nın Mesnevi’si, ‘akıl almaz’ metaforlarıyla bir anlamda alay ediyor bu kibirli algıyla. Temel soruysa şu: Bizzat aklı veren onun menziline bir sınır çektiyse, aklın kendisi ne yapabilir?
Bu örnek bir yana, karşımızda temel önermelerinden biri “sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır” olan bir İslam dini var. Bu anlayışın meselelerin manevi taraflarına odaklanan doğu metinlerinin teşekkülündeki etkisinin üzerinde durmayaysa zannediyorum gerek yok. Ve buradaki A eşit değildir A ve hatta A kendisinde başka bir B’ye eşit olabilir mealindeki ifadeler de, modern düşünce biçimiyle olan köklü farklılığın en açık örneklerinden.
Tekrar edelim: özellikle son örneklerle son derece dini bir okuma gibi oldu ifadelerimiz. Ama yine de biz söylemek istediğimizin, meselelerin zahirlerinin batınları olmadan hiçbir anlam ifade etmeyeceği, olduğunu hatırlatalım. Bu da ancak mezkur örneklerden bahsetmekle mümkün.Bunu hatırlatma sebebimizse bizi yazımızın başına, Cemil Meriç’in o sunturlu ifadesine götürüyor.
Bugünün insanını en iyi niteleyecek sıfatlardan birisi ‘şikayetçi’ olsa gerek. Bu şikayetçiliğin en temel gerekçesi insanların özünden uzaklaştığını ve bu uzaklaşmanın insan ilişkilerini daha çıkarcı hale getirdiğini öne süren inanış. Doğrudur da, maalesef bugün ilişkilerimiz geçmişe oranla daha maddi bir eksene yaklaşmış gibi görünüyor. Ancak biz, bunun nedenlerinden birisini de doğunun metinlerine, dolayısıyla onun kadim geleneğine olan ilginin yetersizliğinde görüyoruz. Bir şeyi terk ettiğimizde ortaya çıkan olumsuz sonuçlarda ciddi katkımızın olduğunu söylemek zannediyorum yanlış olmaz.
Bugün geriye bakarak imrendiğimiz kişilikler ve o kişilikler arasındaki insan ilişkileri belli başlı metinler üzerine kuruluydular. Ve çok şükür bu metinlerin hemen hemen hepsi ulaşabileceğimiz yerlerdeler. Görevimize gelince: buralar yaşanılmaz haldeyse bunu biz yaptık. Şimdi artık bu metinlere ciddiyetle yapılacak bir dönüş, “buralarda yaşanmaz” tavrından sonsuz kere daha isabetli olacaktır.
BU YAZI İLK KEZ 2012 YILINDA mufiddergisi.com ADRESİNDE YAYINLANMIŞTIR.
Bu, aslında bu kadar sınırlı bir eleştiri olamaz. Sadece Meriç değil –içine kendimi de katarak ve utanarak söylüyorum ki- bu tarafların, belki soyut bir genellemeyle ‘doğu’nun metinleri, maalesef, henüz yeterli seviyede okunabilmiş değil. Halbuki yine Meriç, ışığın doğudan geldiğine vurgu yapıyordu.
En genel anlamıyla ‘şey’lerin manevi tarafları onlara derinlik katan ve aslında onları hakikatiyle anlamak için bilgisine vakıf olunması gereken parçaları. Bu kolaylıkla din eksenli bir okuma gibi algılanabilir. Lakin dini boyut, kastımızın içinde yer almakla birlikte onun tamamını oluşturmuyor. Buradaki manevi vurgudan kastımız, maddi olanın dışında kalan her şey.
Modern düşünce ve onun ilk hamleleriyle birlikte insanın tefekkür süreci meselelerin derinine nüfuz etmeyi bir kenara bıraktı. Bu, bir göz ardı etmeden ziyade bir çıkarımdı adeta: gerçeklik alanı görünenle sınırlıydı. Onun arkasında başka bir hakikat gizli olamazdı zira söz konusu hakikatin bir görüntüsü, bir algısı yoktu. Zaten sistemin üzerine kurulu olduğu en temel yasalar ifade etmek istediğimizin zannediyorum en güzel özetidir de: A A’ya eşittir, A B değildir ve bunların dışında başka bir ihtimal mevcut olamaz.
Şimdi, bu, açıktır ki madde eksenli ve dolayısıyla sathi olmak durumunda kalan bir varlık telakkisine yol açtı. Pozitif sosyal bilim adıyla insan ilişkileri kalıba sokulmaya çalışıldı. İki kere ikinin dört etmesinin sosyal alanda bir muadili bulunmalıydı. Buna ulaşıldığında insanın bir an sonra ne eyleyeceği tahmin edilebilir, böylelikle de bir anlamda hakikate kavuşulurdu. Ama gözden kaçan bir şey, hakikatin tanımı gereği –elbette mümkünler dünyasında- erişilemeyecek bir şey olmasıydı ki, bunu da doğunun metinleri söylüyor bize.
Elbette sosyal alanın değerden arındırılması düşünülemez. Bu manada sosyal alan, tam olarak bir bilim çerçevesi içerisine sıkıştırılamayacaktır. Bir hocamın ifadesinden hatırlıyorum: “anlam ana uygundur”. Galiba bu, çok nitelikli bir özeti söylemek istediklerimizin. Bu kuşkusuz yorumlayıcı bir yaklaşım. Ama pozitif yaklaşımın bunu kabulü mümkün değildi ve ona evrensel yasalar gerekiyordu. Ama kendisine tokat atıldığı halde sinirlenmeyen ilk insan, pozitivist yaklaşımın kendi anlayışı gereğince, derhal yerle bir edecekti pozitivizmi. Ama bu süreç yeterince dikkatli izlen(e)medi insanlık tarafından ve bu madde eksenli dünya görüşü zihinlere egemen olmaya devam etti.
Modern düşünce yasalar arayadursun, doğunun metinleri, her ne kadar yeterince okunmasalar da, dimdik ayaktalar ve bu maddeci dünya anlayışına hala en şiddetli tokat mahiyetindeler. İlk akla gelen örneğiyle Mevlana’nın Mesnevi’si, ‘akıl almaz’ metaforlarıyla bir anlamda alay ediyor bu kibirli algıyla. Temel soruysa şu: Bizzat aklı veren onun menziline bir sınır çektiyse, aklın kendisi ne yapabilir?
Bu örnek bir yana, karşımızda temel önermelerinden biri “sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır” olan bir İslam dini var. Bu anlayışın meselelerin manevi taraflarına odaklanan doğu metinlerinin teşekkülündeki etkisinin üzerinde durmayaysa zannediyorum gerek yok. Ve buradaki A eşit değildir A ve hatta A kendisinde başka bir B’ye eşit olabilir mealindeki ifadeler de, modern düşünce biçimiyle olan köklü farklılığın en açık örneklerinden.
Tekrar edelim: özellikle son örneklerle son derece dini bir okuma gibi oldu ifadelerimiz. Ama yine de biz söylemek istediğimizin, meselelerin zahirlerinin batınları olmadan hiçbir anlam ifade etmeyeceği, olduğunu hatırlatalım. Bu da ancak mezkur örneklerden bahsetmekle mümkün.Bunu hatırlatma sebebimizse bizi yazımızın başına, Cemil Meriç’in o sunturlu ifadesine götürüyor.
Bugünün insanını en iyi niteleyecek sıfatlardan birisi ‘şikayetçi’ olsa gerek. Bu şikayetçiliğin en temel gerekçesi insanların özünden uzaklaştığını ve bu uzaklaşmanın insan ilişkilerini daha çıkarcı hale getirdiğini öne süren inanış. Doğrudur da, maalesef bugün ilişkilerimiz geçmişe oranla daha maddi bir eksene yaklaşmış gibi görünüyor. Ancak biz, bunun nedenlerinden birisini de doğunun metinlerine, dolayısıyla onun kadim geleneğine olan ilginin yetersizliğinde görüyoruz. Bir şeyi terk ettiğimizde ortaya çıkan olumsuz sonuçlarda ciddi katkımızın olduğunu söylemek zannediyorum yanlış olmaz.
Bugün geriye bakarak imrendiğimiz kişilikler ve o kişilikler arasındaki insan ilişkileri belli başlı metinler üzerine kuruluydular. Ve çok şükür bu metinlerin hemen hemen hepsi ulaşabileceğimiz yerlerdeler. Görevimize gelince: buralar yaşanılmaz haldeyse bunu biz yaptık. Şimdi artık bu metinlere ciddiyetle yapılacak bir dönüş, “buralarda yaşanmaz” tavrından sonsuz kere daha isabetli olacaktır.
BU YAZI İLK KEZ 2012 YILINDA mufiddergisi.com ADRESİNDE YAYINLANMIŞTIR.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekkür ederiz.