PROF. DR. FULYA BAYRAKTAR - SÂMİHA AYVERDİ'NİN MEDENİYET FELSEFESİNE BİR GİRİŞ

Sâmiha Ayverdi, 1905’de İstanbul’da dünyaya gelmiş ve 1993 yılında, hizmetle dolu geçen bir ömrü ardında bırakarak Hakk’a yürümüştür. Kırkın üzerinde kitabı ve yetiştirdiği seçkin bir talebe topluluğu vardır. Son asrın mühim ve büyük yazarlarındandır. Tarihî, içtimaî ve tasavvufî konularda kaleme aldığı eserleri yalnız kaleme alındığı türle ve mevzu ile sınırlı kalmaz. Her biri birer dil şaheseri olmanın yanında, hemen hepsi medeniyetimizi gelecek nesillere aktaran birer köprü gibidirler. O bir mütefekkirdir, bir mutasavvıftır, bir mürebbîdir. Hocası, Bir 20. Yüzyıl Münevveri olan Ken’an Rîfâî’den aldığını yazarak, anlatarak, yaşayarak aktarma gayreti ile bir ömür geçirmiş bir hizmet ehli, bu dünyadaki her nefesi Hakk için olan bir âşıktır.

Ayverdi’nin eserlerine bakıldığında onun bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğu görülür. Medeniyet teması ve olgusu, insanoğlunun madde ve mânâ olarak ulaşabildiği en yüksek değerler arasındadır. Zira medeniyet, insanlığın bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli ve anlamlı olan başarılarının bir bütünüdür. Ayverdi’nin edebî ve fikrî eserleri muhataplarını böyle bir medeniyet şuuruna ve sahasına yönlendirmektedir.

Medeniyet, tesadüfen kurulup yaşatılabilecek bir insanlık başarısı değildir. Sürekli bir dikkat, hassasiyet ve yaratıcılık gerektirir. Zira medeniyet canlı bir organizma gibi düşünülmediğinde, mekanikleşmesi ve ruhunu kaybederek hayatiyetini yitirmesi gibi bir âkıbet mukadderdir. Ayverdi medeniyeti canlı bir organizma gibi tasavvur etmenin yanında, onu bir birlik ideası üzerine inşa etmektedir. Bu anlamıyla medeniyet aynı zamanda çokluğun birliği ve âhengi olarak da okunabilmelidir. Mahiyeti gereği böyle bir bütünleyiciliği içinde barındıran medeniyet, Ayverdi’ye göre ayrıca madde ve mânâyı da bütünlemelidir. Esasen bir tevhid medeniyetine işaret eder. “Tevhid fikri, maddi ve manevî olanı birlemeyi bize öğretmektedir” (Gürsoy, 2014: 152). Ayverdi’ye göre “üstünlük, ikilikten kurtulup, Hakk’ın azametine karşı ikilikten geçerek tevhid sırlarının insanoğlunu yokluğa götüren, yokluktan da Hakk’ın varlığına ulaştıran bir irfan ve hikmet zenginliğine kavuşmak olduğunu anlayacak bir idrake ulaşmaktır” (Ayverdi, 1990: 212). Birlik ve âhenk, yaşayan ve yaşatan bir medeniyetin en temel vasıflarındandır. Ayverdi’ye göre “Birliği öğretmeyen bilgiler insanı boşluktan kurtaramıyor” (Ayverdi, 1944: 60). Bu nedenle ilmin de, hayatın da hedefi birlik olmalı, âhenk olmalı. Bu birlik ve âhenk ilkin insan şahsiyetinde kurulmalı, oradan aile, toplum, millet ve insanlığa doğru bir gelişim ve açılım sergilemelidir. Ayverdi’nin gayreti, “bütünü idrak eden bir insanı, bütünü kavramak ve bütünle oluşmak durumunda olan bir insanı belirgin bir üslupla geliştirmek” (Gürsoy, 2014: 153) içindir.

Ayverdi’nin tahayyül ettiği medeniyet, insanî değerlerin ihya edildiği bir medeniyettir. Değerler onun için yalnızca birer kavram değil, varoluşumuzun özüdür. İnsan değerler ile tekâmül edebilir. Bu nedenle Ayverdi eline kalemi aldığında insanımıza hep, değerleri hatırlatmış, anlatmış ya da onlara bigâne kalınması yüzünden neleri kaybettiğini ve kaybedeceğini göstermeye çalışmıştır. Mesela Ayverdi’nin kitaplarından Ne İdik Ne Olduk? (Ayverdi, 2011) daha adı itibariyle bile böyle bir hatırlatmanın ifadesidir. Bu ifade sadece tarihî ve içtimaî bir saptama değil, her zaman ibret alınması gereken bir ayna hükmündedir.

“İnsan olmak için belli bir fizyolojik ve biyolojik yapıda olmak yetmez. Uzun bir soruşturmaya girişmeksizin, insanın değerler toplamı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu değerler nelerdir? Bu değerler nasıl bir organizasyon oluşturursa insan olunur ve insan kalınır? Değerler nasıl kazanılır?” (Karakuş, 2007: 49). İşte Sâmiha Ayverdi, insanı insan kılan bu sorulara muhatap olmamızı sağlamıştır. Eserlerinden birinin adı olan Yolcu Nereye Gidiyorsun? Suali, esasen bütün bir insanlığa sorulmuş gibidir. Bu eserde, hangi değerlerle yaşıyorsun, nelerden vazgeçiyor ve neleri seçiyorsun, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun demektedir insanoğluna. Ona göre; “hepimiz birer yolcuyuz. Fakat geldiğimiz ve gideceğimiz nokta arasında körü körüne sefere çıkmış gafil bir yolcu” (Ayverdi, 1944: 227). Oysa bu sefer bilinçle gerçekleştirilmelidir, körü körüne olmamalıdır. İşte bu bilinç değerlerle elde edilir. O değerlerin nihaî hedefi; “insanlık âleminin huzur ve sükûnu için vâsıl olunması lazım gelen son nokta, bütün yaradılış âleminde Hakk’ı görmektir” (Ayverdi, 1997: 19). Yani bütün yaratılmışlara Allah’ın mahlûku olarak muamele etmek suretiyle; insaf, merhamet ve şefkatten ayrılmamak, dürüst, faziletli olmak, zulüm ve hıyanetten kaçınmak, her işlediği işte Allah’la alışverişte olduğunu bilerek, bu anlayışa göre hareket etmek ve böylece de Hakk’ı birlemektir (Ayverdi, 1997: 19). Bu, İslâm ahlâkıdır. Çünkü ona göre “İslâm demek, insanoğlunun bir fazilet âbidesi hâline gelesi demektir” (Ayverdi, 1997: 20). Görülüyor ki Ayverdi’nin temel hareket noktası, medeniyetimizi kuran ve idame ettiren değerler manzumesidir. Eserlerinde de hep bu değerler üzerinde durur.

Sâmiha Ayverdi’nin kaybolmakta olduğunu düşünerek ihya etmek istediği değerleri yoğun olarak ele aldığı eserlerinden biri de, 1969-1980 seneleri arasındaki seyahat notlarından oluşan Yeryüzünde Birkaç Adım adlı eseridir (Ayverdi, 1984). Bu kitap, hekimlerin sağlık problemleri nedeni ile “seyahat” tavsiye etmiş olmaları sonucunda gittiği Balkanlarda, Almanya’da, İsviçre’de, Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da tutulmuş notlardan oluşmaktadır. Anacak esere yalnızca bir seyahatnâme demek mümkün değil. Zira alışılagelmiş bir seyahat kitabı olmamakla beraber, aynı zamanda bir nasihatnâme, bir siyasetnâme, bir vasiyetnâme, bir beyannâme, bir hâtırat, belki de daha çok bir hikmetler kitabı. Daha ilk satırlarda, bu seyahatlerin yalnızca seyahat olmayacağı da, bu seyahat notlarının yalnızca seyahatleri aktarmayacağı da açıktır.

Sâmiha Ayverdi, bu kitabını takdim ederken; “Beş kıtası bulunan dünyada gezip dolaştığı ülkeler sayılacak kadar az olan bir kimsenin, kalkıp bu koca dünyanın sayılı birkaç köşeciğinde atmış olduğu o beş on adımı dile getirmesi de ne ola?” (Ayverdi, 1984:8) diye sorar kendisine. Ve bu soruyu hemen şöyle cevaplar: “Gittikleri yerlere dünyalarını da beraberinde götürenler için, o geçmiş yılların hatıraları, kaynayan bir kap gibi kapağını atarak, dışarı taşmanın yolunu arar. Hele bu hatıraların arasına kendi dünyalarından karışmış sesler ve çizgiler de varsa, raflarda kalmaya nasıl razı edilir? Böylece de o beş on adımın hikâyesini, hemhâl olageldiği yâranla paylaşmakta direnir ve işte o zaman da kaynayan tencerenin kapağını aralayıvermekten gayrı çaresi kalmaz” (Ayverdi, 1984:8).

Ayverdi böylece daha eserin başında okuyucuyu, kendi kendini yazdıran bu seyahat hâtıraları ile beraber, derin bir tefekkür yolculuğuna taşıyor. Zira bir mütefekkirin, bir gönül erinin yolculuğu, zahiren bir seyahat olmakla kalmıyor, bir düşünce ve ruh yolculuğu da oluyor aynı zamanda.

Edebiyat tarihine bakıldığında, bazı yazarların ve eserlerin tasnif edilmesinin ne kadar zor olduğu bilinir. Kimi yazarlar bu tarih içerisinde belirgin bir vasıflarıyla öne çıkarken, kimileri de pek çok alanda kalem oynatmışlar ve bu yüzden tek bir tür veya akım içerisinde sınıflandırılamamışlardır. Sâmiha Ayverdi de bu çok yönlü yazarlardandır. Bir mütefekkirdir. Edebiyat sahasında başta roman ve hatıra olmak üzere şiir, deneme ve seyahat türlerinde eserler vermiştir. Edebiyatımızda kendine özgü konu, üslup ve anlatımıyla müstesna bir yeri olan Ayverdi, Türk kültürü ve irfanının müşahhas bir timsali olmuştur.

Ayverdi için yazmak millî, dinî ve insanî bir vecibedir. Zira o şöhret için değil insan yetiştirmek ve onun derdine derman olmak için yazmıştır. Bu bakımdan, kendisini ve hadiseleri idrak ettiği ilk andan itibaren bütün yaşadıkları, okudukları, dinledikleri ve gözlemleri yazılarına konu olmuştur. Edebiyatımızın çok geniş bir alanında eserler vermiş olmasının yanında tarih, eğitim, tasavvuf ve biyografi alanlarında da ölümsüz eserler telif etmiştir. Bıraktıkları edebi ve entelektüel mirası kavramak ve değerlendirmek için bir akademinin üstesinden gelebileceği bir birikim ve tecrübeye ihtiyaç vardır.

Yeryüzünde Birkaç Adım da, tıpkı diğer eserleri gibi yalnızca bir edebi türün içinde sınırlandırılamaz. Bu eserle, Sâmiha Ayverdi ile beraber dünyanın farklı şehirlerine bir yolculuk yapıyoruz. Yoldaşımız Sâmiha Ayverdi olunca da, bu yolculuk onun fikirleri, duyguları ve rehberliği ile zenginleşiyor.

Balkanlarda, Avrupa’da, kaybedilmiş topraklardan, vatandaşımızın işçi olarak gittiği ülkelere kadar hemen her seyahatinde tuttuğu notlar esasen yalnızca seyahat notları değildir. Gittiği yerlerin havasını, ruhunu, tabii ve tarihî dokusunu hisseder, mühim sanat ve mimarî eserlerini, müzeleri, o ülkenin, o şehrin yetiştirdiği sanatkârları, ilim adamlarını öğrenirsiniz ve fakat bunları yalnızca birer tasvir içinde değil, bir fikir bütünlüğü içinde bulursunuz. Yeni bir tarih okuması, bir medeniyet kritiği, ya da bir estetik değerlendirme esnasında bütün bunları da görürsünüz.

Ayverdi’nin eserleri, hangi konu ve mesele üzerine yoğunlaşmış olursa olsun, anlatılan hep “insan”dır. Çünkü onun için “dâvâ, insan olmak dâvâsıdır. Dâvâ ümran ve medeniyet dâvâsıdır” (Gürsoy, 2014: 149). Bu nedenle de, insanın yeryüzünde bulunuş gayesi, kendisini idrak edişi, dil, tarih, din şuuru, millî, dinî ve insanî hassasiyetleri onun temel meseleleri ve öncelikleri olmuştur. Bir cihan devletinden ve cihanşümul bir idrakten arta kalan neler varsa onları derlemeye ve dile getirip yeni nesillere aktarmaya çalışmıştır. İnsanımızın Müslüman Türk ahlâkı ve normları ile teçhiz edilmesinin kaygısını gütmüştür. Kim olduğumuzun ve nereden gelip nereye gittiğimizin şuurunda olmamıza ömrünü adamıştır. Dil ve tarih şuuru olmadan millî ve manevî sürekliliğin temin ve tesis edilemeyeceğinin farkında olarak, bu alanlarda sayısız eserler kaleme almıştır.

Biyolojik bir varlık olarak dünyaya gelen insan, edindiği dil kabiliyeti ile bir kültüre nüfuz eder. Hafıza sayesinde de içinde bulunduğu âna mahkûm olmadan dün ve bugün arasındaki irtibatı kurar. Geçmişimiz, hafızamız ve hatıralarımız kim olduğumuz husussunda benliğimizin temelini oluşturur. Şuur ve irade ile ise insan, içinde bulunduğu şartları hem idrak eder hem de onlara göre davranır. Fakat insanoğlu sadece çevre ve şartlar dâhilinde bir varoluş gerçekleştirmez. Bazen çevreye ve şartlara rağmen de tavır alır ve onların ötesinde bir hayat tasavvur eder. Dolayısıyla insanın bu zaman algısı onu bütün öteki canlılardan ayırır ve müstesna bir konuma yerleştirir. İşte Sâmiha Ayverdi’nin tefekkürünün ayırt edici hususiyetlerinden biri de budur. O, insandan ümidini hiç kesmez. Onun daima tekâmül etmeye müsait bir varlık olduğunu düşünür. Kemale yönelebilmek için ise insanın kalkındırılması, mamur kılınması gerektiğine inanır ve bunun için çalışır.

İnsanın, toplumların ve milletlerin gelecekleri, geçmişleri ile kurulur. O yüzden Ayverdi’nin tarih çalışmaları da romanları kadar dikkate değerdir. Meselâ, en kapsamlı tarih kitabına; Türk Tarihinde Osmanlı Asırları (Ayverdi, 1993) adını vermiş olması manidardır ve üzerinde geniş çaplı düşünmeyi hak etmektedir. Bir mutasavvıf-yazar, romancı, şair, denemeci, eserleri bestelenmiş bir musıkîşinas olmanın yanı sıra, tarih alanında da söz konusu eseri ve eserine verdiği çığır açıcı başlıkla, paradigma değiştiren veya yeni bir paradigma teklif eden bir yaratıcı müellif ve mütefekkir olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Ayrıca sosyal hayat içinde çeşitli roller ve misyonlar üstlenen bir aktivist ve bir bilge şahsiyettir.

Gerekli gördüğünde, memleketin idarecilerine şahsi ve açık mektuplar yazarak gidişat hususunda tenkitlerini ve tekliflerini bildirmekten çekinmeyen, hatta bunu vatan ve îman borcu bilen bir “vatan annesi”dir. Hocasından aldığı sohbet ve irfan terbiyesini gelecek nesillere aktarmak, insan yetiştirmek ve yetkinleşmelerine vesile olmak, onun taraf olduğu varoluş amacı ve yoludur. Ayverdi’nin eserlerine bu gözle bakıldığında, onun kalemini fikriyatı için yeni tabirle araçsallaştırdığı düşünülebilir. Eserlerinin taraflı olduğu, didaktik kaygılar taşıdığı yargısında da bulunulabilir. Evet, o bir bakıma yanlıdır. Bu yanlılık iyiden, güzelden ve doğrudan yana olmaktır. Çünkü o, Hakk’tan ve Hakikat’ten yana taraftır. Lakin asla bir propagandist değildir. Medeniyetimizin ve tarihimizin unutulmakta olduğundan yana dertlidir ama bir mazîperest de değildir. Ayverdi’nin “geçmişle olan alâkası, bugün sıkça söylendiği gibi “nostalji” alâkası değildir” ( Gürsoy, 2014: 152). Halk-ı Cedîd üzere bütün bir kâinatın her daim yıkılıp yapılmakta olduğuna inanmış ve teslîm olmuştur. Onun için bozulma aslî değildir. Zira bozulma varlığın aslî nizamından uzaklaşmasıdır. Öyleyse şuurlu ve haysiyetli bir münevvere düşen vazife, varlığı aslî nizamına kavuşturmak, hiç değilse olan ile olması gereken arasındaki çelişkiyi ve zıtlığı betimlemektir. Ancak böylelikle iyinin, doğrunun ve güzelin saltanatı kurulabilir. O yüzden, gidenin ardından ağlamak yerine onun mânâ ve hakikatini görüp göstermeye, bulup buldurmaya, yaşayıp yaşatmaya çalışmış, üslubuyla ve eserleriyle bir medeniyetin timsali olmuştur. Hatta onun için bir medeniyet kahramanı denebilir. “O, çelişkileri, sıkıntıları yaşayan insandı. Çilelerinden hareketle terkiplere ulaştı ve bu terkipleri kendi içinde gerçekleştirdi. Terkiplerini maddi verimler hâlinde halka ve hayata sundu. Kendinde hiçbir şey saklamak istemiyordu. Çileler terkip, terkipler aşk hâline geldi. Bu aşk, hocasının vefatından sonra bir akıl ve ahlâk kahramanlığı hâlinde Türk tarihinin ruhunu anlamaya tahsis edildi ve anlaşılan ve anlatılan bu ruh daha sonra bir medeniyet kahramanlığına dönüştü” (Gürsoy, 2000: 1).

Eserleri incelendiğinde konu, tür ve başlık ne olursa olsun, Müslüman Türk insanının hasletlerini anlattığı görülür. Kimi zaman bu hasletler geçmişte kalmış gibi hissedilir, fakat dile geldikleri andan itibaren yeni bir neslin mayasını oluşturur. Nitekim artık, “üç asır boyu dünyanın maddi manevi ilim irfan ve fen merkezi olmuş bulunan İslâm dünyası, şimdi de günün şartlarını basamak yaparak, kaybetmiş olduğu zirveye yeniden çıkmayı planlamalıdır” (Ayverdi, 1984: 207).

Ayverdi’de tanık olduğumuz şey; istikametin sahihliğidir. Kendimizi kaybolmuş ve kararsız hissettiğimiz hemen her durumda, eserlerine ve tesbitlerine her müracaat ettiğimizde, kaybolduğumuz bir şehirde bize gideceğimiz yönü tarif eden bir çıkış yolu gösterir gibidir. Bu gösterilen istikamet bizi hem kaybolmaktan hem de bilmediğimiz muhtemel tehlikelerden alıkoyar.

Ayverdi’nin gösterdiği yol ve istikamet daima büyük bir medeniyetin cihanşümul değerleridir. Bu değerler insanı âtıl ve bencil halden çıkarıp aktif ve diğergam kılar. Ataletten kurtulmak için kişinin özgüveninin pekiştirilmesi ve bencillikten kurtulmak için de paylaşmanın ve birlikte varolmanın zevkinin duyulması gerekir. Ayverdi’nin eserlerine ve onu tanıyanların hatıralarına müracaat edildiğinde, tesbit edilebilecek olan husus, onun kendi Hocasından aldığı insan yetiştirme ve insanı reşit kılma modelini etrafına tatbik etmenin gayreti içinde bir ömür sarf etmiş olmasıdır. İnsanoğluna verilmesi gereken temel bilinç onun halifetullah olduğudur. Bu ise atalet içinde kalarak değil, çalışarak, sorumluluk alarak, diğer bir insan kardeşimizle bir ve beraber olarak, insanlık için hâlis niyetle eser vererek gerçekleştirilebilir. O yüzden Ayverdi, iyi, doğru, güzel adına Hakk ve Hakikat adına, kendisine emanet edilen zamanı en kutsal varlık bilerek eliyle, kalemiyle, diliyle ve duasıyla hizmet ehli olmaya gayret etmiştir. Kendisine sağlığı için tavsiye edilmiş olan seyahatlerde bile memleketini düşünmüş, insanlarla temaslarda bulunmuş ve daha da önemlisi bütün bunları kaleme almıştır. Yeryüzünde Birkaç Adım kitabında kendi kendisine sorar: “Bu nasıl bir dinlenme seyahati? Yürek yanığım hiç yanımdan ayrılmıyor” (Ayverdi, 1984: 42). Yürek yanığı memleket ahvâlidir, dünyanın gidişâtıdır. Hem, memleket hudutlarından her çıkışında, ister istemez yaptığı mukayeseler toprağının eksiklerini, acı tablolar hâlinde gözlerinin önüne serdiğinden, (Ayverdi, 1984: 253) hem de gittiği yerlerde karşısına tarih, toprak altındaki cedleri, îmanla sarmaş dolaş olmuş vatanı çıktığından (Ayverdi, 1984: 43) alevlenir yürek yangını.

Bu yangın, onun bir medeniyet felsefesi yapmasına sebep olacak hareket noktasıdır aslında. Gerçek medeniyetin muvazene olduğunu, maddî gücün sigortasının mânâ olduğunu hatırlatır. “İnsanoğlunun dümenini idare eden yalnız para ve dolayısı ile maddî refah değil, mânevî değer ve su katılmamış prensiplerdir” ona göre (Ayverdi, 1984: 218). “İnsanı maddesi ve mânâsı ile beraber ele alıp, her iki baştan işlemeyen bir zihniyetten, beşeriyete hayır beklenemez. Velev ki teknik harikalar meydana getirsin, yerin dibine insin, göğün üstüne çıksın. Beşeriyet için gereken huzur ve saadetin ancak maddi gücü, mânevî disiplin ve terbiye ile sigortalamak olduğu idrak edilmediği müddetçe, insanoğluna selamet ve rahat haram demektir” (Ayverdi, 1984:189).

Ayverdi’ye göre bu muvazene bizim medeniyetimizin ayırıcı vasfı idi. “Müslüman Türk, Garba nazaran, her asırda, her devirde üstün asalet ve medeniyet görüşüne sahip olmuştur” (Ayverdi, 1984: 11). Fakat maalesef kendi öz değerlerimizi perişan etmekteyiz. Sık sık sorar, biz neden yaşama tercihini Türk-İslâm medeniyetinin asırlar boyu tecrübe edilmiş ve başarıya ulaşmış çerçevesi içinde yapamamıştık? (Ayverdi, 1984: 42). Mesela, “Avrupa, bilhassa resimde dînî şevki, çeşitli motifler hâlinde sanatının heyecan kaynağı olarak kullanmış ve işte nihayet tüketmiş. Ne ise ki şimdi de, mâzisinin bu ateşli, bu vecidli asırlarından utanç duymaksızın, onları dünyaya teşhir ederek hem maddî hem mânevî fayda temin ediyor. Bizim ise mâzî bereketlerimiz ve sanat şaheserlerimiz bakımsız, harap, türap olup gidiyor. Bilmem ki bu kendimizden kopmuşluk daha ne zamana kadar devam edecek?” (Ayverdi, 1984: 44). Ayverdi bu kopuşun sebebini bir medeniyet değiştirme teşebbüsünde görür. Aslında medeniyet değiştirmeye çabalamak, kendi bedeninde başka bir ruhu barındırmaya çalışma gayreti gibidir. Beyhude olduğu kadar, insanı varlıktan da koparır. Bu âdeta bir metafizik kopuştur[1]. Ona göre; “Tanzîmat bir medeniyet değiştirme hareketi idi.” Peki “bu inkılâpla neyi satıyor ve yerine ne alıyorduk? Silkeleyip attığımız neydi? Görünüşe bakılırsa bu, Türk-İslâm sentezi idi.” Ayverdi; “Bu bahâ biçilmez değerleri bir pula harcarken, değiş tokuş ederek tâlib olduğumuz kıymetlerin, Türk’ü gelmişinden geçmişinden edecek katı bir maddecilik olduğunu biliyor muyduk?” (Ayverdi, 1984: 40) diye sorarken, aslında bunu bilmiyor oluşumuzun üzüntüsünü dile getirir.

Ayverdi, sanki bir medeniyet buhranı yaşamakta oluşumuzu ifade derken, hemen her eserinde karşılaştıralı bir medeniyet okuması yapar. Batı medeniyeti ve Şark medeniyeti dediği iki medeniyeti de hemen bütün unsurları ile değerlendirir ve bugün dünyanın ihtiyaç duyduğu evrensel bir tevhid medeniyetinden bahseder. İslâm medeniyetinin bu tevhidi teklif etmiş olduğunu söyler. Batının, bir tek medeniyet olduğu ve bunun kademe kademe ilerlediği doğrultusundaki tavrının karşısında olarak, ayrı ayrı istikametlerde inkişaf etmiş medeniyetlerin bulunduğu ve bunların birbirlerine nazaran üstünlükleri değil farklılıkları olduğu görüşünü destekler (Ayverdi, 1993: I/ 12). “Şayet bir hekim biri içinden diğeri dışından hasta yatan bu iki medeniyetin dertlerini dinleyip nabızlarını yoklasa, belki iki taraf için de koyacağı teşhis, iki ayrı dünya görüşünün, iki ayrı zihniyetin kurbanı olduklarını söylemek olacaktır” (Ayverdi, 1993: I/ 13) diyerek, her iki medeniyetin de sıkıntılarını irdeler. Ona göre bugün he Şark hem de Garp medeniyetleri kendilerini gerçek bir revizyona tâbi tutmaya mecburdur. “Doğu, maddenin ayak seslerine kulaklarını tıkayarak, kendi içine kapanmış olanın ziyanı ortasında şaşkın; Batı ise, kendinden büsbütün koparak, dış tabiata göç etmiş olmanın huzursuzluğu ortasında azaplı bulunuyor” (Ayverdi, 1993: III/ 247, 248) der ve bütün bir insanlığın selameti için her iki medeniyetin de ihya edilmesi gerektiği tesbitinde bulunur. Bu tesbitler, derin bir medeniyet felsefesi yapakta olduğunu gösterir. Sorunları teşhis ederken, çözüm önerilerini de beraberinde getirir. Şarkın da garbın da ayrı ayrı mustarip olduğu bir dünyada, beşeriyetin biraz olsun yüzünü güldürmek için bu iki medeniyetin birbirinden nasip alması, birbiri aynasında eksiğini ve fazlasını görmeye çalışması gerektiğine işaret eder (Ayverdi, 1993: III/ 249). Ona göre, Vahdet fikri, bu gök kubbenin huzur ve sükûnu için lâzım olan tek devâdır. Bu nedenle de iç dünyasıyla alakasını kesip robotlaşan, maddeye hükmetme gayreti içinde kendini unutan, îmanı tahrip ederek var kuvvetini dış tabiatı fethe harcayan ve bir tabiat nesnesine dönüşen Garp insanı da; içine kapanıp, tabiatın sesini duyamayan Şark medeniyetinin insanı da bugün bu muvazeneyi sağlayacak ve Tevhide ulaşacak bir yol bulmalıdır. Ancak bunu yaparken, özellikle Türk İslâm medeniyetinin tarihi mirasını unutmamak lâzım gelir. Bu nedenle bizim kendimize uyanmamız gerekir. Böyle bir uyanış, yalnız kendimiz için değil, bütün bir insanlık için de bir umuttur. İnsanlık adına ortaya koymuş olduğumuz ve tevhidi sağlamış olan o medeniyeti şidi yeniden inşa ve ihya etmek için, Batının düştüğü madde tuzağına da düşmeden o aynada eksiklerimizi görebilmeliyiz. Zira ona göre, beşeriyet madde despotizminin elinden yakasını kurtarıp bir manevi istiklal bölgesine adım atmalıdır. “Kaderini maddeye bağlamış bulunan dünyanın selamet ve huzuru için, madde kadar mânânın da söz ve hak sahibi olacağı bir cemiyet nizamına; bir dünya görüşüne sahip olması, yalnız Türklük için değil, insanlık âlemi için de tek çıkar yol olsa gerektir” (Ayverdi, 1993: III/ 251).

Ayverdi’de, karşılaştırmalı bir medeniyet okumasının yanı sıra, bir modernizm eleştirisi, bir materyalizm eleştirisi de görürüz. Batının, yanlış anlaşılmış bir hürriyet algısının ve maddenin esiri olmanın getirdiği bunalımlarını, onun maddeciliğini almak suretiyle kendimize bunalım olarak aktarmamızın yarattığı çilelerden mustariptir. Ayverdi, “İnsanoğlu kendinden de düşünmekten de kaçar olalı yeni bir devir başladı: Makine ve makineleşmiş insanlar devri” (Ayverdi, 1984: 236) derken bu eleştiriyi yapan çağdaş filozofların fikirlerini paylaşıyor. Avrupa’yı gezerken, iktisâdî ve içtimâî zorlamaların, yerden göğe fırlattığı bu dik ve sert binalar, yalnız maddî şartların değil, belki daha çok mânevî tazyîkin eserleridir, diyor. Ona göre; “Materyalizmin tabiatında, içine aldığı kütleleri, ikiz kardeşi olan Natüralizme, Sosyalizm ve dahî Layisizme kadar çekmek hassası vardır” (Ayverdi, 1984: 40). Bu nedenle, medeniyetimizi değiştirmeye çalışmak, bütün bu neticelere razı olmak demektir. Üstelik biz bununla beraber, “Batı’nın materyalizmden hız alan teknik üstünlüğüne, bu madde zaferlerine rağbet edeceğimiz yerde, fikir ve fantazisi ağına düştük” (Ayverdi, 1984: 41).

Medeniyetimizi değiştirme yolunda kaybettiğimiz değerlerden bahseder Ayverdi. Sanki kaybedilmiş topraklardan bahsedermiş gibi görünse de, asıl derdi değerlerdir. “O her çizgisi ile Türk olan Osmanlı mîmârî geleneğine de ne olmuştu ki, sırra kadem basarak, yerini soysuz bir taklîdin zaferine bırakmıştı? Musıkîye gelince, ölüm hastasının, son nefesinden evvel gösterdiği canlılık alâmetine benzer bir parlayışla o da gözlerini kapamaya hazırlanıyordu. Edebiyat ise yüzünü Frenk aynasında seyreder olmasına rağmen, sürüp sürüştürdüğü düzgün, hiç de çehresine cazibe getirmemişti. En kötüsü, Türk’ün binlerce yıllık geçmişinden arta kalan değerlere sahip çıkmanın değil, çıkmamanın itibar gördüğü ve göreceği devirlerin parazit dalkavukları, dört duvar arasında atıp tuttukları frenkperestliği, meydanlarda ve efendilerinin karşısında alkışlamaktan geri kalmıyorlardı” (Ayverdi, 1984: 41-42) der. Ve hemen ekler; “dava şu ki: Osmanlı medeniyetinin çöküşü ile biz Türklerle beraber bütün dünya, yalnız bir siyasi muvazene unsurunu değil, insanoğlunun kıyamete kadar baş çeviremeyeceği beşerî-ilâhî bir modeli de kaybetmiş oldu. Ve yüzünü sadece maddeye döndüren Garp medeniyetinin tek taraflı materyalizmi içine sıkışıp, bugünkü ruh sefaletinin gayyâsına yuvarlandık” (Ayverdi, 1984: 158). “Zirvelerde uçarcasına dolaşırken, bu sefâlet ve perişanlık çukuruna nasıl düştük? Haydi düştük, neden çıkmak için çırpınmıyor da, düşmanların ekmeğine yağ sürmekle vakit kaybedip, cehalet ve gafletimizle pençeleşecek yerde birbirimizi dişliyoruz?” (Ayverdi, 1984: 213).

Görülüyor ki Ayverdi’nin tarihsel analizleri de, hem siyasi hem de iktisadî tarih açısından son derece dikkate değerdir. Bu tesbitler ışığında tarih hakkındaki yargılarımızı da yeniden gözden geçirmek gerekmektedir. Fethedilmiş bir yerin kaybolması, şimdi kendi medeniyetimiz için de bir buhran kaynağı olmuştur. Çünkü fetih, medeniyetleri karşılıklı olarak geliştirir. Fetih, sadece basit bir toprak kazanmak ya da genişletmek hadisesi değildir. “Fetih, bir açılıştır. Fetih, kendini daha önce var olmuş bulunan o medeniyet birikimine, onun mânâsını da içine alacak şekilde, fakat şimdi onu tazeleyecek ve tekrar inşa edecek bir dinamizle açılıştır” (Gürsoy, 2014: 149). Bu nedenle, şimdi kendi medeniyetimizi de yeniden fethetmek gerekir. Bu, aynı zamanda evrensel bir medeniyete doğru yönelmektir. Medeniyetin evrensele yönelen bir idrak olduğunu fark etmek ve böyle bir hamleyi gerçekleştirebilmek için, bu farkındalıkla yetişecek kuşaklara, dolayısı ile onları yetiştirecek bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır.

Ayverdi’nin felsefî, sosyolojik ve psikolojik tahlilleri kadar, maarif meselemizde önerdiği sistem de, evrensel bir eğitim modeli olarak da düşünülebilir. Meselâ anarşi, gayrı millî bir eğitim ve öğretimin turfanda meyvesidir. Ve bu hatamızı yüzümüze vurarak uyanmamız gerektiğini ihtar etmektedir (Ayverdi, 1984: 190). Ayverdi, “Türkiye bugün bir kıymetler buhranını yaşamaktadır. Tabiî ki bundan eğitim ve öğretim de hissesini almış bulunuyor” (Ayverdi, 1984: 87) diyecek ve gurbete giden insanlarımızı gördüğünde de yine maarif meselemizi değerlendirecektir. “Sanki Türkiye bir fidelik. Türk genci burada doğup yetişiyor, tam verimli olacağı çağda ya Amerika, ya Avrupa veya dünyanın öbür ucu diyeceğimiz Avustralya oltasına takılıp, ekmek ve refah peşinde sürüklenip gidiyor. Gidenlere de, gidip dönmeyenlere de kızmamak lâzım. Zira ekmeğinden âciz, bu yok yoksul insanları, üstelik gayrı millî bir maarif çarkının dişleri arasında vatan heyecanlarını ve îman şevklerini öğüterek yetiştiren, yurdunu terk etmenin vebalini öğretmeyen biziz” (Ayverdi, 1984: 147).

Bu değerlendirmenin ardından, “Bu, her türlü bağdan mahrum olarak ortaya bıraktığımız taze kuvvetlere neden acımıyor, onları tarihî ve millî benlikleri ile yüz yüze getirecek gayreti neden göstermiyoruz bilem ki?” (Ayverdi, 1984: 147) diye sorarken, sanki dönemin eğitim sistemi için bir eleştiri gibi görünse de, çağlar üstü bir eğitim modeli teklifinde bulunuyor. Nesillerimizi tarihî ve millî benlikleri ile tanıştıran, onlara vatan heyecanı ve îman şevki verebilen bir eğitim sistemini tasavvur ediyor. Başkalarına hayran ve hizmetkâr nesiller değil, tarihine, dinine, diline, iftiharlarına bağlı bir gençlik yetiştirmemiz gerektiği düşünüyor. Maarif davamız bu olmalıdır diyor. Ona göre “eğer Türk kalmak ve aynı coğrafya üstünde yaşayıp bekâ ve devam etmek istiyorsak, mutlaka bir ba’si-bâd-elmevte, bir yeniden doğuşa yönelmemiz gerekmektedir. Mademki elden aldırdığımız yüksek voltajlı bir enerji mevcuttur, mademki derinlere kaçmış sular gibi, bizden uzaklaşmış anlı şanlı tarihî değerlerimiz vardır. İşte onlara yeniden sahip olmak, uyuyakalmış bu kudret kaynaklarını dürtüp uyandırmak ve gençliğin ruhunda yeniden meş’alelendirmek lazımdır” (Ayverdi, 1976: 172). Ayverdi bunun her şeyden elzem olduğunu düşünür. Bu da nasıl olur diyecek olursak “bunun, Türk çocuğunu en körpe çağından itibaren millî şuurla nafakalandırmak suretiyle gerçekleşebileceği” (Ayverdi, 1976: 173) kanaatindedir. Zira “millî ideal dediğimiz yapıcı, uyarıcı ve sürükleyici enerji, mâziden kaynayıp istikbale akan gür ve kudretli bir nehir gibidir. Bilhassa yatağında taaffün edici birikintilerin toplanmasına meydan vermeyen bir kuvvete sahiptir” (Ayverdi, 1976: 173).

Ayverdi’ye göre bir kütle hastalığı hâline gelen köksüz yaşama hevesi, millî idealleri olmayan, millî ve mânevî değerlerden âzâde bir gençlik yetişmesine sebep olmaktadır. “Bu köksüz yaşama hevesi ve illeti, ne yazık ki cemiyetimizin işler yaralarının başında gelmektedir. Öyle ki, bir mâzî ve tarih şuurunun bir millî ve mânevî terbiyenin dışında yetişen gençlik, köklerine sarılıp, fırtınalara, boralara göğüs geren bir gül fidanı kadar bile mukavemet gösteremediğinden, düşüncesine, duygusuna ve îmanına yediği ilk darbede yıkılıp devriliyor” (Ayverdi, 1976: 177). Çünkü köksüzlük, hakikatle de herhangi bir bağın olmaması anlamına gelir. İnsanın köklerinden kopması, kendi kökleri ile beraber, onu varlıkta tutan köklerden de ayrılması demektir. “An’anesnin, âdetlerinin, iftiharlarının, dilinin, dîninin, tarihinin ve topyekûn geçmişinin kal’asına yaslanmaktan mahrum bırakılmış kütlelerin, beşerî ve hayvanî temayüllerini durduracak hiçbir engel tasavvur edilemez” (Ayverdi, 1976: 3). Oysa bugün, insanı başıboş bırakmış bulunuyoruz. Tarihinden ve mâzîsinden kopuk bir nesil yetiştiriyoruz. “Onun için de bugün memlekette ziraat, sanayi ve teknik sahaların mâmul ve mahsullerini bulmak kolay, fakat insan bulmak güçtür” (Ayverdi, 1976: 8). Halbuki asıl devam ve bekâ gücünü taşıyan sermaye insandır. Kendi öz kıymetlerine düşman olmayan, köklerinden koparılmamış, bu kök üzerinde çiçek açarak evrensel bir tat ve koku yayabilen nesiller yetiştirmek için gayret edilmesi gerekir. Sâmiha Ayverdi’ye göre; “eğer kültür dünyamızı millî bir maarif felsefesinin kolu kanadı altında restore etmez, böylece de kudret ve emeğimizi tekrar “insan” üstüne çevirip, onu millî ve tarihî cevheriyle yüz yüze getirmez ve ana sermayemiz üstüne oynadığımız kumarda devam edecek olursak, memleketin geleceğinden ümit kesmek yerinde olur” (Ayverdi, 1976: 8). Ancak Ayverdi, ne insandan ne de memleketin geleceğinden ümidini kesmez. İnsan yetiştirmek, bu nedenle bir maarif davası olmanın yanında, bir varoluş meselesidir. Bu nedenle Ayverdi, eğitim ve öğretim politikamızın bir ölüm kalım meselesi olarak ele alınması gerektiğini söyler. Bunun için de “Her şeyden evvel mutlaka bir eğitim felsefemizin olması lâzımdır” (Ayverdi, 1976: 11). İnsan yetiştirmeyi, insanı kalkındırmayı hedefleyen bir eğitim felsefesinden bahseder. İnsanın kafasını da ruhunu da kontrollü ve şuurlu bir seviyeye getirerek, insanı hem kendi benliği hem de cemiyetle uzlaşmaya götüren, dünyanın neresine giderse gitsin kendi değerleri ile oraya katılabilen, Hakk bilinci olan insandır yetiştirilmesini istediği.

Ayverdi, aslında bir yanıyla mânâdan uzak, yalnız maddi bir varlık olarak düşünülüp öyle yetiştirilmiş nesillerin, sadece bizim değil, bütün bir insanlığın derdi olduğunu düşünür. Ona göre; “genç halk kütleleri hemen her memlekette hesapsız, basiretsiz ve dar düşüncelerin tehlikeli akışı içinde ziyan olup gidiyorlar” (Ayverdi, 1984: 26). Bu bütün insanlığı ilgilendiren hususu, bir maarif politikası olarak son derece derin tahlillerle ele almanın yanı sıra, özellikle de Müslüman Türk evladının yetişmesinde tasavvufi terbiyeden alınabilecek ilhamlara da dikkat çeker. İnsan olma yolculuğunda, hocanın rehberliğinin ve yoldaşlığının anlamını sık sık dile getirir. Hoca, insanı, beşeriyet karanlığından, hakikat aydınlığına çıkarır, der.

Ayverdi eserlerinde, bir medeniyetin maddî mânevî bütün unsurlarını ayrıntıları ile ele alırken, tasavvufun derin meselelerini de edebî formlar içinde gündeme getirir. Onun hemen bütün eserlerinde tasavvufu hâl edinmiş olan bir aksiyon insanının yaşayışı, düşünüşü ile tanışırız. Özellikle cemiyet içinde tasavvufu nasıl yaşadığına, tasavvuftan ve Hocasından aldıklarını nasıl aktardığına şahit oluruz. Bunları çoğu zaman derinlikli bir anlatımın içinde sadece îmâ ederken, zaman zaman da tasavvufun ve dînî yaşayışın nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncelerini açıkça dile getirir. Mesela Yeryüzünde Birkaç Adım adlı eserde Paris seyahati esnasında Madame Eva Meyerovitch de Vitray ile karşılaşmalarını anlatırken, onunla tasavvuf sohbetleri ettiklerinden bahsediyor. Meyerovitch için şöyle söylüyor: “Dünyanın belini doğrultmasını, beşeriyetin, tasavvuf şuuruna ermesine bağlıyor. Esasen kendisi de Hz. Mevlânâ’dan tercümeler yaparken, kütlelerin selametini İslâmiyette görerek resmen ihtidâ etmiş” (Ayverdi, 1984: 30). Meyerovitch ile sohbetlerini aktarırken, Konya’da Şeb-i Arus merasimleri üzerinden yapılan bir değerlendirme ile aslında mânevî hayatımızın derin bir tahlilini yapıyor. Meyerovitch, ihtifâli takib ettiğinde, kütle için bir arınmaya yol açan bu ruhî meselenin turistik bir festival hâline getirilmiş olmasından duyduğu ızdırabı anlatıyor. “Kur’an-ı Kerîm okunurken halkın saygısız tavırları elem verici” diyor ve ekliyor; “gençliği uyandırmak, alakasını şerden hayra çekmek için onu gerçeklerle samimi olarak yüz yüze getirmek gerek. İnsan ruhundaki kıvılcım, onu yelpazelemedikçe yangın hâline gelmez. Bu çeşit sahipsiz, ciddiyet ve samimiyetten uzak bir âyin taslağı ise, ham ve terbiye görmemiş genç ruhları hakikate yaklaştıracağı yerde, uzaklaştırır” (Ayverdi, 1984: 30-31).

Ayverdi burada da “ne idik, ne olduk” sorusunu gündeme getirerek okuyucuyu bir çeşit hafıza tazelemeye de davet etmektedir. “Türk milleti ne kaybetti, elden ne kaçırdı ise, hep yediden yetmişe uğruna can verdiği Îlâ-i Kelîmetullah aşkını, bu müşterek gâyeyi, his ve düşünce hayatından silmiş olduğu için kaybetti. O, birleştirici, lehimleyici, bağlayıcı, dolayısıyla da yükseltici, medeniyet ve zafer ufuklarına koşturucu gâyeyi” (Ayverdi, 1984: 168) kaybetmiş olduğu için. Şimdi bu kayıp mefkûreyi yeniden aramakta. Îlâ-yı kelimetullah nedir? Bu beşerî-ilâhî meşaleye yalnız Müslüman Türk mü muhtaçtır? Hayır. Dünyanın şu didik didik ve kan kokan vahşeti içinde tevhidin sükûnet ve ferahlığını getirecek olan tek çare, Îlâ-yı kelimetullah ile insan olmanın idrakini uyandırarak dünyayı rahatlatmak ve şuurlandırmaktır” (Ayverdi, 1990: 312).

Ayverdi Yolcu Nereye Gidiyorsun? (Ayverdi, 1944) eserinde olduğu hemen hemen bütün eserlerinde, insanoğlunu bir “yolcu”ya benzeterek, ona “nereden gelip nereye gidiyorsun” diye sormaktadır. Bu dünyaya ne için geldiğini sormaktadır. Ona göre; “insanoğlu için düşünmek zor bir keyfiyet. … Amma daha da zor, hatta beşeriyetin başına bin bir zorluk çıkaran asıl keyfiyet, dünyaya ne için geldiğini düşünmemek ve bilmemektir” (Ayverdi, 1974: 18). Halbuki “dünyaya gelmekten maksat, insanoğlu için ne olduğunu düşünmektir” (Ayverdi, 2005: 90). Ve yine insana Son Menzil (Ayverdi, 2002) adlı eserinde olduğu gibi “son menzil”i hatırlatmakta, hayatın anlamını ve değerini sorgulatmaktadır. Bu dünya, konduğumuz bir menzildir, son menzil değildir. “Eğer yolcu, konduğu menzillerden göçmese, asıl varacağı yeri nasıl bulur? (Ayverdi, 2002: 242). Bu nedenle, bu dünyada, o asıl menzili unutmadan konaklamak gerekir. Ayverdi bir seyahatinde, Alp dağlarının karlı tepelerini görünce o dağların şöyle seslendiğini duyar gibi olur: “Ey insanlar! Dünya, dünya olalı beri biz soğuk cehennemlerde çile doldurup dururken siz, insan yaratılmış olmanın kadrini bilememek yüzünden, dertten derde, ıstıraptan ıstıraba atılıyorsunuz. İnsan olmak saadeti yetsin size. Zira bu, yaradılış âleminde benzeri olmayan bir imtiyaz. Amma bildiğiniz halde bu saadetin, bu şerefin kadrini kıymetini takdir edemiyorsunuz. Çünkü onu hazır bulmuş, emek sarf etmeden elde etmişsiniz. Bu yüzden de har vurup harman savuruyor, bir mirasyedi gibi, düşünmeden harcıyorsunuz. Bizim gibi dağ, taş olup insanlığa hasret çekseniz, işte o zaman elinizdeki hazinenin ne bulunmaz bir varlık olduğunu anlar, süflî ve hayvânî iptilâlarınızın esaretinden âzâd olmaya can atardınız” (Ayverdi, 1984: 179). Bu değerlendirmelerin bulunduğu ve bize Ayverdi’nin bütün eserlerinin havasını getiren seyahat notları, onun fikriyatı ile tanışmak için elverişli bir başlangıç kitabı olarak düşünülebileceği gibi, dünyanın ve memleketimizin bugün karşılaşmış olduğu maddî- mânevî buhranlar karşısında da çözüm önerisi olarak değerlendirilebilecek bir başucu kitabı olarak okunabilir. “Dünyaya gelişin asıl mânâsı gideceği yeri bilmek ve dünyaya yollamış olanla biliş tutup ona teslîm olmak. Hem de aşk ve şevk ile o kudretin varlığı önünde yokluğunu idrak etmek sureti ile yücelip var olabilmektir” (Ayverdi, 1984: 247) diyen Ayverdi, “insanoğlunu yanıltan şeyin, kendisi için doğup yaşadığını zan etmesi” olduğunu düşünür. Halbuki bize bahşedilmiş olan hayat, onu şahsi zevk ve keyfimize tahsis etmemiz için değil, etrafımıza faydalı olmamız içindir” (Ayverdi, 1984: 246).

Ayverdi’nin, bir diriliş manifestosu, millî bir beyannâme olarak da okunabilecek olan bütün eserleri daha isimlerini zikretmekle bile bizi derin bir meseleyi tefekküre davet etmektedir. Millî Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız, Kölelikten Efendiliğe, Misyonerlik Karşısında Türkiye, Bir Dünyadan Bir Dünyaya, Hey Gidi Günler Hey, Rahmet Kapısı, Bağ Bozumu, Ah Tuna Vah Tuna, Dünden Bugüne Ne Kalmıştır, Boğaziçi’nde Tarih, Arkamızda Dönen Dolaplar, Ne İdik Ne Olduk, bu eserlerden hemen hatıra gelen yalnızca birkaç tanesidir. Ayverdi, yeryüzünde atmış olduğu birkaç adımda da yine bu meseleleri düşünmüş, Avrupa’daki Türklerden, Balkanlarda kalan kardeşlerimize, millî eğitimimizden, dünyanın içinde bulunduğu krize kadar pek çok konuyu irdelemiştir. Sanat, bilim, felsefe alanında karşılaştırmalı değerlendirmelerde bulunmuştur. 12. Yüzyıl Rönesansından, esnaf loncalarının kaldırılmış olması ile düştüğümüz sıkıntıya, materyalizmden natüralizme, dil şuurundan hediyeleşme kültürüne kadar, Vahdetten kesrete pek çok konuya değinilmiş olan eserde Ayverdi’nin nihai tesbiti ve tavsiyesi ise; Memleketin aydınlarının millî şuur sahibi olmasıdır. Memlekete en büyük hizmetin, aydınların millî değerlerle zırhlanmasını sağlamak olduğunu söyler. Ancak millî ve mânevî eğitim verilirken de, doğru bir din eğitimine ihtiyaç olduğunu, din eğitimi veren okulların gerçek İslâm ruhunu vermesi gerektiğini ve burada yetişen din adamı namzetlerinin de peygamber ahlâkını örnek almaları gerektiğini hatırlatır (Ayverdi, 1984: 259). “Cemiyetleri huzur ve düzene sokmak için kendi kendisine karşı mesuliyet hisseden ve tek hesap verilecek makamın da Allah olduğuna inanan ve îman eden kütleler yetiştirmek, dünya için tek selamet yolu” diye düşünür (Ayverdi, 1984: 245). “Devirler ve asırlar ne kadar ilerlerse ilerlesin, Âdemoğlu aynı hırs ve nefsânî duyguların esiri olmaktan çıkamayacağına göre, onu bir mânevî terbiye potasında eritip, bu esaretten halas ederek yeni bir kalıba dökmek tek çıkar yol. Beşeriyete nefes aldıracak tek çare, tek ümid olarak görünmekte” (Ayverdi, 1984: 178). Yeryüzünde Birkaç Adım, sanki insanoğlunun bu dünyadaki birkaç küçük adımına atıf gibidir. Her insanın bu yolculukta bir rehbere ihtiyacı vardır. İnsanoğlu, hakiki değerlerle tanıştırılmazsa gündelik ve süfli olanın çarkında öğütülme riski ile malüldür. Hakiki değerler zaman ve mekân üstü değerlerdir. İnsanın iyiyi, doğruyu ve güzeli araması, onlara dost olabilmesi, onu yüceltir. Fakat bu tekâmül için bir rehber gerekir. İşte Ayverdi’nin eserleri ile karşılaşmak, günümüzün gönlü daralmış ve kafası karışmış insanı için neredeyse böyle bir rehber niteliğindedir. Gönül ister ki onun gibi rehberlerin kendileri ile karşılaşılsın, lakin bunun olmadığı yerde, eserleri böyle kutlu bir karşılaşma niteliğindedir diyebiliriz. “Artık yüksek ideallere öncülük eden büyük ve mihver insanları, kendilerine örnek seçen devirler tarihin hafızasına gömülüp kaldı. Onun için de hemen bütün dünyada ve bizde, zorla büyütülmüş sahte büyüklerle avunma çağının gafleti hüküm sürmekte. İnsanoğlu kendisini gerçeklere kılavuzlayacak, ruhça da, maddece de ulviyete dâvet ile yüksekliklerde karar ettirecek rehber insanı bulamadığı kadar, sahtelere meyleder ve susuzluğunu bataklıklarda, çamurlar arasında tatmin etmek ıztırar ve ıztırabında kalır. … Yirminci asrın insanları gibi…” (Ayverdi, 1984: 169).

Ayverdi’nin sık sık dikkat çektiği bu sahte kahramanlardan kurtulmanın yolu, yüksek ideallere öncülük edecek mihver insanları bulmaktır. Zâhirde de, bâtında da rehbersiz kalmak kadar güç ve tehlikeli olan başka şey yoktur ona göre. “Dünyanın yüzünü güldüren, bir gerçek rehber bulmak olduğu gibi, dünyayı çığırından çıkaran da başıboşluk ve rehbersizlik değil mi? İşte yirminci asrın büyük ıztırâbı da, önden gidici ve rehber insanlardan mahrumiyeti olduğu söylense revadır. İnsanoğlunun ters yollara saparak kendinden kaçan, kendini inkâr eden acaib ve menfî bir mahlûk olması hep bu gerçek prototipten mahrumiyetinin gizli azâbı değil mi? Her başıboş cemiyete arız olan illet, büyük kütleleri de kendi gittiği ters istikâmete çekip sürüklemek istemektir. Zira bir değerin hakikisinden yoksun kalmış toplumların önüne, daima sahtelerinin çıkagelmesinden tabiî ne vardır? Bu asrın hâkim cereyanı da, yapıcı olmak yerine, ne yazık ki, yıkıcı olmaya meyyal bulunmaktadır” (Ayverdi, 1984: 142-143).

Ancak, ona göre; “ne kadar zincire vurulsa da, insan idrakinin bir şahlanacağı gün olması mukadderdir” (Ayverdi, 1984: 167). Eğer tasavvufun kurtarıcı ve yapıcı kudretini anlayıp, cemiyeti bu ruh sağlığı ile sağlama almak feraseti gösterilebilirse (Ayverdi, 1984: 139), yeryüzünde attığımız şu birkaç adım da hakiki mânâsını bulacaktır diye düşünür. Bir mânevî nizam kuramamış, bir vicdan mahkemesi önünde kendine ve Allah’a hesap veremez hâle gelmiş insanlar ve cemiyetler ancak ihlaslı bir imânla ihya edilebilir. “Kıymeti bilinmemiş, itilip bir köşeye atılmış, dünya görüşümüz ve hayat üslûbumuz içinden sürüp çıkardığımız sistemi, bir ihlaslı idrakin, günün şartları içinde yeniden derleyip toparlayarak bütünleştirmesinden başka çare” yoktur (Ayverdi, 1985: 206). Bu ihlaslı idraklerle bir medeniyet inşası söz konusu olacaktır.

Ayverdi’ye göre; beşeriyetin bir isnat noktası olarak dayanacağı mihver fikirler ve mihver insanlar olmalıdır. Onların kaybolduğu devirler kıraç ve verimsiz olur. Bilimde, felsefede, sanatta herhangi bir insanlık başarısı gösterilemez. Bu nedenle, zihnî ve ruhî ölçülerin beraberce teyid ve kabul ettiği büyük adamlara, örnek şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Medeniyet ancak onlarla oluşur (Ayverdi, 1993: III/ 248). İşte Sâmiha Ayverdi, bütün eserleri, fikirleri, yetiştirdiği talebeleri ve yaşayışı ile bu medeniyet timsallerindendir. Ayverdi’ye göre medeniyet ve insan birbirinin aynası hükmündedir. İnsan medeniyette yansıdığı gibi, medeniyet de müşahhas bir insan şahsiyetinde yansır. Dolayısıyla medeniyet buhranından çıkmak cihanşümul ölçülerde yeni bir insan inşa etmekle mümkündür. İşte Ayverdi o yeni insanı maddesi ve mânâsıyla bir bütün olarak inşa etmenin yollarını göstermiş, bu uğurda son nefesine kadar emek sarf etmiştir.

Sâmiha Ayverdi, bir insan ve medeniyet düşünürüdür. Bugüne kadar edebî sahada vermiş olduğu eserler üzerinden tanınmış olsa da aslında külliyatına felsefi bir dikkatle bakıldığında onun bir medeniyet düşünürü olduğu rahatlıkla görülebilir. O, medeniyetimizin fark edicisi ve fark ettiricisidir. Bu medeniyetin ruhunu kendinde ve bir ideal olarak öğrencilerinde işleyendir. Sâmiha Ayverdi geçmişin değil, geleceğin insanıdır. O halde onu bu gelecek adına, bu medeniyetin müşahhas örnekleri üzerinden ve tasavvufi irfan üzerinden yeniden anlamak gerekiyor (Gürsoy, 2014: 154). Çünkü bugün dünyanın çektiği o kısırlık, o huzursuzluk, hep irfandan nasipsizlik sebebiyledir (Ayverdi, 1990: 18). İrfan, irfanla bütünleşen bir edep ve iman, imanla bütünleşen bir ilim, ilimle bütünleşen sanat ve felsefe, maddenin ve mânânın âhenk ve bütünlüğü bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu en önemli şeydir. Ayverdi’nin hatırlattığı önemli bütünlüklerden bir de şüphesiz îman ve aksiyon bütünlüğüdür. Ahlâkî olarak hayata geçirilmiş bir îman ve mânâsına uygun bir aksiyon bütünlüğü. Ayverdi, yazdıkları ve yaşayışı ile hep böyle bir tevhide dikkat çekmiştir. Entelektüel ve mânevî mirasına felsefî bir dikkatle yöneldiğimizde; insanın kaybolmaya yüz tutan anlamını yeniden keşfetmek ve ihya edebilmek için ne kadar elverişli bir malzeme sunduğu fark edilir. İnsanın anlamını yeniden bulmaya davet ederken, o anlamın ne olabileceği hususunu da işaret eder. Buradan yeni bir insan anlayışı, bir medeniyet teorisi, etik estetik ve metafizik derinliği olan bir felsefî kavrayışa ulaşmak mümkündür. Bu felsefî görüş ışığında, kadim olanın her dem taze bir duyuş ve ifade ile bugün için ve bugün adına okunabildiğini görürüz ve kadim olanı şimdi bugün adına yeniden okuma ve ihya edebilme imkânı buluruz. Zira Ayverdi’nin referansları ezelî ve ebedî hikmet ve hakikatlerdir. Bu da gösterir ki Ayverdi’nin tefekkürü; iyi, doğru, güzelden yana, hikmet ve hakikatin her devirde ve her koşulda yeni ve taze bir söyleyişle aranması ve dile getirilmesi esasına dayanır.


KAYNAKÇA
Ayverdi, Sâmiha, (1944), Yolcu Nereye Gidiyorsun, Gayret Kitabevi: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (1974), Bir Dünyadan Bir Dünyaya, Hülbe Yayınları: Ankara

Ayverdi, Sâmiha, (1976), Millî Kültür Meseleleri ve Maarif Dâvâmız, Kültür Bakanlığı Yayınları, Devlet Kitapları: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (1984), Yeryüzünde Birkaç Adım, Ötüken Neşriyat: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (1985), Rahmet Kapısı, Hülbe Yayınları: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (1990), Ah Tuna Vah Tuna, Hülbe Yayınları: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (1993), Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Damla Yayınevi: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (1997), “Sâmiha Ayverdi’nin Sohbetlerinden”, Türk Kültürüne Hizmet Edenler Paneli Bildirileri, TÜRKKAD Yayınları: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (2002), Son Menzil, Kubbealtı Neşriyat: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (2005), Mülakatlar, haz. Mustafa Fayda-Semanur Fayda, Kubbealtı Neşriyat: İstanbul

Ayverdi, Sâmiha, (2011), Ne İdik Ne Olduk, Kubbealtı Neşriyat: İstanbul

Gürsoy, Kenan, (2000), “Oturum Başkanının Takdim Konuşması”, Sâmiha Ayverdi’yi Anma Toplantısı, Altay Kültür Eğitim ve Sanat Vakfı Yayınları: Ankara

Gürsoy, Kenan, (2014), “Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Tasavvurunda Ümran ve insan”, Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u, Kubbealtı Neşriyatı: İstanbul

Karakuş, Rahmi, (2007), “Sûfî ve Sorumluluk”, Sâmiha Ayverdi’de İnsan ve Tasavvuf, Tebliğ Metinleri, TÜRKKAD Yayınları: Ankara

[1] Metafizik kopuş kavramı ile ilgili olarak ayrıntılı bir felsefî değerlendirme için bkz. “Modern Dünyanın Bunalımı: Metafizik Kopuş”, Birleyerek Oluşmak, s.119-142

BU MAKALEYİ ASIL KAYNAĞINDAN OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ>>>

Yorumlar

Müfîd Ne Demektir?

İfâde eden, meramı güzel anlatan. Mânalı, mânidâr. Faydalı, faydayı mucib olan. Mütâlâsından istifade olunan.