Van Gogh-Hapishane Avlusu |
Felsefeyi, meşakkati ve külfeti (hakikat) kendinde bâki bir eylem biçimi olarak, düne yorum ve ithaf olmasından ziyade güne bir bakış olarak değerlendiriyorum. Bir düşünme metodu olarak felsefe, günün dünden ayrı bir olgu ve eylem alanı olduğunu düşünmemizi engeller. Bunu söyleyerek felsefeye gündelik amaçsal bir anlam yüklemiyorum. Felsefe dünü aşan bir çaresizliktir aslında. Bir düşünme metodu olarak felsefe demek ise düşünme eylemi ile felsefî gayretin ayrımına dikkat çekiyor.
Düşünmek eyleminin saf anlamda felsefi etkinliği önceleyen bir ön hazırlık olabileceğini söyleyebiliriz. Bu söylem içerikte bir ihtimali barındırır çünkü düşünme eyleminden her defasında felsefi bir netice sadır olmayabilir. Düşünülünce yapılan şey doğrudan felsefe değildir. Felsefe bu anlamda da aslında düne ve güne (aslında bir zamansal birliğe) dolayımsız bir bakış değil, yaşamın her azasına dokunularak gerçekleşen bir bütünleme girişimidir. Burada yapmak istediğim ‘felsefenin gör dediğinin neliği’nden ziyade, sözü edilen tarzdaki felsefe anlayışına binaen felsefenin yönelim sağladığı, üzerini açtığı, yoruma müsait alanları anla(t)maya çalışmak olacaktır.
İnsana dair ve insana ait olandan bahsedeceğim biraz. Bir tartışma alanı yaratabilmek adına kimi duygu-durumlardan, kimi eksiklerden ve kimi kavramlardan konuşmaya çalışacağım. Konuşacaklarımız genel anlamda insanın varoluşunu anlama meselesiyle ilgilidir.
Şimdi ve Burada |
Bütün zamanların olagelen varlığı olarak insan, içinde olduğumuz çağın yitiğidir. Bu genel hükmün sebebi insanın yitirdiğidir. Daha en başından sonuna, her anda gösteriyor yitirilen kendini. En başı ve en sonu çünkü biz yolu biliyoruz. Yaşamak ve ölmeye gösterdiğimiz ilgiden bahsediyorum, bir bakıma yaşama gösterdiğimiz ilgi kadar ölmeye göstermediğimiz ilgiden. Ölmeye nasıl ilgi gösterilir? Ölümün yaşam içindeki yeri nedir? Şöyle ki biz yaşamayı ölmekten ayırarak, kendimizi gurbette bir gurbete daha atıyor ve ölümün bir anlamda dirim olduğunu unutarak yaşıyoruz. Ölümün dirim olması fikrinden ötede; ölüm sonrası şöyle dursun, yaşamın ölümsüz bir anlamının olmadığını unutuyoruz. Ne çok yaşamak ne de az ölmek; bunun bir karara tabi olduğunu bilmeliyiz. Yaşam ne kadar isyan ise ölüm de bir o kadar isyandır. Dikotomik bir ilişkiye sahip bu ikili için J. Derrida da aynı şeyi söylüyor: Ölümün, yaşamdan ayrılamazlığı için ‘yaşamayı öğrenmek, ölmeyi öğrenmektir.’ diyor.
Ölmeyi unutarak yaşamak, varlığımızın başlangıcını ve sonunu değersizleştirdiği gibi yaşam ve ölüm arasında, ontolojik bir kaynağa sahip ahlâkî ilkeleri de anlam ve değer kaybına uğratıyor.
Güç, Tolerans-Hoşgörü, Samimiyet
Burada anlatmak istediklerim bugün olumsuzlanan, yanlış anlaşılan ve algı bozukluğunun eseri olan birkaç kavramın tahlilinden ibarettir.
Güç, bir korkunun ürünü olduğunda bağımlılık yaratan bir olgudur. Kaybetmek, yitirmek, sürekliliğin kesilmesi, kesintili kazanç ve istikrarsız durumlar kişiyi tedirgin eder. Tedirgin olan, korkmuştur. Korku, insanı ekseriyetle güçlü olma fikrini düşünmeye teşvik eder, hatta çoğu zaman gücün kaynağına dair kaygılardan uzakta ona sahip olur. Bir süre sonra daha fazla güç daha çok kazanç anlamına gelir. Kazancın alanı siyasal, sosyal veya ekonomik herhangi bir alan olabilir. Bu alanlarda süreklilik arzusu var olmak ruhuna dönüşüp, onun yerini alır. Artık varoluşu sağlayan, sahip oldukça artan güçlülük duygusudur. Güce bağımlı olan, gücün kaybını hissettiği anda sahip olmak dışında şeyler de yapar. Zorlar, baskı yapar, yasaklar… İşte bütün bu faaliyet sahasının insanları, korku bağlamında adaletsizlikle güce sahip/bağımlı olduklarında zalim olurlar.
Zalimler korkunun gücüne, gücün korkusuna sığınırlar. Zulüm, kuvveti kullanan adaletsizliğe verilen addır.[1] Zalimin karşısındaki mazlumun da zalim ile tek ortak noktası konumuna bir korku sonucu gelmesidir. Zalimi zalim, mazlumu mazlum yapan korkudur.
Bir başka kavram olarak tolerans kavramına baktığımızda, kökeni itibariyle dışsal bir etkiye karşı katlanmayı, dayanmayı ifade eder. Ortada katlanılacak bir şey varsa; zorunluluğun eseri olan tavır, samimiyetsiz bir eylem ile bu şeyi karşılama olasılığı yükselir. Katlanılacak olan bizden olmayandır, "öteki"dir. Teoride bir öteki olma hâline mahkûm ettiğimiz şeye; pratikte bizden olma, ortayı bulma, farkı göz ardı etme ihtimal ve imkânını kapalı tutuyoruz demektir. Bu anlamda diğerine müsaadesizlik, salih bir niyet taşımaz. Bu ayardaki davranışlarımızı tolerans kavramıyla adlandırmak, hatta bunu bir kültüre de mâl etmek arzusunda olabiliriz; ancak niyeti salih olmayan tavrın neticesini de düşünerek hareket etmeliyiz.
Tolerans kavramı ile zihinlerde aynı hisleri uyandırdığı düşünülen ve birbiri yerine ikame edilebilir görülen kavram hoşgörü kavramı. Özellikle burada Prof. Dr. Necati Öner'in bu iki kavram arasındaki kurgu ve algı yanılgılarına dair fikrinden beslenerek bir ayrıma gitme niyetindeyim. Hoşgörü kavramı, basitçe kökeni itibariyle iyi, hoş, güzel görmek manalarıyla açıklanabilir. Tolerans kavramını karşılayan müsamaha (karşılıklı tesamüh/hoş görülmeyene de katlanmak) kavramından farklı olarak kullanılır dillimizde. Hoş görmek teoriden daha çok pratiğe matuf bir kavramdır. Özellikle kültürümüze sözlü olarak girişi pratikteki varlığından sonradır. Hoşgörü teorik ve pratik alanda şeyleri katlanılmaz, dayanılmaz, öteki vs. şeklinde sınıflamadan, şeylerin varlığından rahatsızlık duymamak, anlayış, saygı ve samimiyet göstererek onların varoluşlarının kabulü anlamlarında geçerliliğini korur.
Bu iki kavramı birbirinin muadili haline getirmek; dilin, geleneğin, tarihin aksine bir eylem olur ve bunların daha da ötesinde evrensel bir duruş taşımaz. Amacım, içlerinden herhangi birini ya da direkt olarak bir kavramı kullanıma sokalım ve kültürümüze mâl edelim ayarında bir tavır değildir. Aksine bu karşılaştırmalı bakış ile özelde bu kavramlar üzerinden, kaybına uğradığımız diğerleri için misal teşkil etmesi açısından zihinleri açmaktır.
Bir başka anlam dünyası samimiyet kavramı ile samimi olmak olgusu; Nurettin Topçu’nun da dediği gibi ‘kendini ve başka insanları aldatmak istememektir.’[2] Aldatmak eyleminde bulunmak, hakikati gizlemek veya hakikat bilgisine sahip olunduğu halde aksini dile getirmektir. Hakikati diğerine olduğundan farklı bir şekilde aktarıyorsanız; burada hakikati ya yanlış okuyor ya da bilinçli bir edim olarak hakikati yalanlıyorsunuz, üzerini örtüyorsunuz demektir. Yanlış okuma yapan kişi için samimi değil demek haksızlık olabilir; ancak hakikati yalanlayan kişi samimiyetsizce davranıyordur. Samimiyetsizce davranan, ne kendine, ne diğerine ne de hakikatin kendisine saygı duyuyordur.
Akıllı-Akılcı Olmak ve Ahlaklı-Ahlakçı Olmak
Kavramlarda yanılınca, ruhlarını onlara teslim etmeyince bütünüyle bir karmaşanın ortasında buluyoruz kendimizi. Olgulara nasıl bakabileceğimizi kaçırıyoruz. Olması gerekenden başka ölçüler, yani başka yaşamlar arıyoruz, yaşamımız dahilinde. Farkındalıksız yalnızlaşıyoruz. Yaşamak adına ölçüp biçiyoruz. Bu tam da İsmet Özel’in akıllı olmak ile akılcı olmak arasında ortaya koyduğu farka işaret ediyor. Gündelik yaşarken, akılcı davrananlar meseleleri bir ölçüye vurarak eylemde bulunurlar. Biçmeden giymezler ahlak kılıklarını. Çünkü sevgi, merhamet, vefa ve adalet gibi hiç bir ölçüye vurulamayan ve birbiriyle kıyaslanamayan kavramsal çerçevenin dışından bakarlar. Akıllı davrananlar ise ölçülebilir olanı bütünüyle önemsiz görmez fakat ölçülemeyene öncelik verir.
Andrei Tarkovsky-Nostalghia |
Buradan çıkarılabilecek sorgu, akıllılık meselesiyle ahlâklılık meselesinin birlikte düşünülmesinin mümkün olduğudur. Böyle bir sorgulamanın yapılabilmesi kültürel bir teşkilata da muhtaçtır aynı zamanda. Şimdiye kadar bahsi edilen ve yanlış algılandığı vurgulanan kavramlar, kültürel bir boşluğun neticesinde bu hale gelmiştir. İşin esası, her kültür kendi felsefesini üretiyor. Her felsefî gayret de herhangi bir kültürde elbette boşlukları doldurabiliyor. Kültür sahasında boş bıraktığınız her alan dışarıdan zapta açık bir hedef haline gelir. Bu, zaptın bilinçli olması anlamına gelmez, kültür yapısı gereği buna müsaittir. Tabiat gibi, kültür de boşluktan nefret eder.
Suriye |
Son
Bu bir eleştiri metni olarak size yazılmıştır. Yoldaki işaretlerin, metni sizin gündeminizde olanlara getiriyor olması bir tesadüf olamaz elbette. Aynı zamanda metnin size gelişinin sebebi hakikat gördüğümün siz tarafından kabulünün sağlanması da değildir. Zira hakikat, değişebilirliğe sahip değildir. İnsanlığa ‘dâhil’ isek, insanlığın eylemselliğine de müdahiliz demektir. Yani bir kriz içindeyse insanlık, bu krize müdahale etme hakkını üzerimizde bulmalıyız. Müdahale araçlarının bizim için ulaşılabilir basitlikte olması ise şansımızdır. Şansımız olan şey, yaşanılana baktığımız yerdir.
Ayaklarımız hangi toprağa basıyor? Biz dünyaya, dünyanın neresinden bakıyoruz? Kalplerimizi kim/ne sağaltıyor? Felsefenin gör dediğinden önce bak dediği önemlidir. Görmek için neye, nereden bakmalıyız? Bütün bu soruların cevabını verebilmek heyecanını daim içinde tutarak bizler; yani kurtarmak, kurmak ve yaşatmak hevesine sahip olacak bizler, felsefenin gör dediğini görmek için gayret etmeliyiz; zemini kaybetmeden, dili yitirmeden, ölü kavramlara can vererek. Düne ait olan ne ise güne dair ne söylenecekse bir metot olarak felsefe hazırdadır. Biz ‘Dünyaya bakmayı aşıp, dünyayı görme noktasına ulaştığımızda neye talip olmamız gerektiğini de anlarız.’[4]
*Bu metin, 2013 Dünya Felsefe Günü çerçevesinde sunulmuştur.
[1] Topçu, Nurettin, Ahlâk, s. 99
[2] Topçu, Nurettin, Ahlâk s. 64
[3] Özel, İsmet, Taşları Yemek Yasak, s. 26
[4] İsmet Özel
KAYNAKLAR
Özel, İsmet, Taşları Yemek Yasak, Şule Yayınları, İstanbul, 1999
Topçu, Nurettin, Ahlâk, Dergâh Yayınları, İstanbul, Kasım 2012
Güzel bir yazı olmuş. Ama giriş kısmında bir cümlede "felsefe dünü aşan bir çaresizliktir aslında" diyor. Ne demek istiyor bu cümle? Felsefeyi tanımlayabilecek binlerce kelime varken neden çaresizlik?
YanıtlaSilÖncelikle yazımızı okuyup değerlendirmede bulunduğunuz için teşekkür ederiz. Felsefenin insanın kendi varlığını, doğayı ve bütüncül mânâda dünyayı anlama ve anlamlandırma çabası olarak bir yöntem teşkil etme gayreti özü itibariyle var mıdır? Eğer bu soruya olumlu bir cevap vermek niyetindeysek şu önkabulle birlikte yargıda bulunmalıyız: "Felsefe bu yönde bir yöntemdir ve asla "faydalı" bir çözüm ve netice üretememiştir." Felsefe sonsuz bir çabaya işaret eder ve aynı zamanda felsefî gayret içerisinde bulunduğu çağ ve toplumsal koşulları bünyesinde taşır. Hâl böyle iken zamanlar arasında felsefenin işlevsiz kaldığı , olgular karşısında suskunluk gösterdiği ve anlama-anlamlandırma çabasına etkide bulunamadığı da olmuştur. Bugün hâlâ felsefeye bir yöntem olarak ihtiyaç duyuyoruz ve felsefe bugün de bizim bu ihtiyacımızı karşılamak için hazırdır, dünü aşmıştır. Ancak insan, anlama gayretinde maalesef sınıfta kalmaya devam ederken felsefenin bize çare olduğu söylenemez. Eğer "iddia edildiği gibi" çare olabilseydi şimdi herhangi bir insanî prolematikle karşılaşmamamız gerekirdi. Peki, bizim felsefî mânâda gayretimiz sona mı ermeli? Biz bu soruya ne minvalde cevap verirsek verelim bu gayret özü itibariyle bitimsizdir. Son kertede zamanlar arasında felsefe gayreti süreklilik arz eder ve etmeye devam edecektir. Bunun yanında hiçbir probleme makûl çözümler üretmemesi de bunu engellemeyecektir.
Sil