Mithat Cemal Kuntay’ın “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” dizelerini okuduğumuzda nasıl da göğsümüz kabarır değil mi? Milliyetçi şuurun vecdi ile gönüller bir hoş olur, sineler alev alev yanar belki. Ecdadın kanlı destanlarla çizdiği vatan toprağında bizler, kadim Anadolu coğrafyasının ve asırlarca sürmüş bir medeniyetin mirasçısı olarak geleceğe doğru uzanmaktayız. Geleceğe doğru uzanmaya çalıştığımız hayat yolculuğunda nice taşlar önümüze çıkmakta ve belki de konulmaktadır. Bunlardan daha acısı ise kendi ellerimizle önümüze koyduğumuz taşlardır.
Aslında bu noktada ince ince sızlayan bir yaraya parmak basmaktır niyetim. Mirasçı olma kavramının benliğimizde nasıl yer ettiği sanki bir muamma. Ölen atasının mirasını har vurup harman savuran “vasıfsız ve idraksiz” evlat havası var üzerimizde. Asırlara meydan okuyan abidelerden birinin birçok kısmının, yıllar önce yol yapımı için yıkıldığını okuduğumda hayretler içerisindeydim. “Olmaz öyle şey.” demek isterdim lakin ön kısımda yer alan kitabenin bana yalan söyleme olma ihtimali olmadığından “ne acayip kafa?” deyip geçtim. Daha sonraki yıllarda kültürel mirasın birçok nadide ve güzide eserinde benzer durumun yaşandığını rahatlıkla görür oldum. Yaklaşık 50-100 yıl öncesinde yaşanan bu hadiselerin verdiği üzüntü karşısında, son yıllarda artan tarihi eserlerin restorasyon çalışmaları ümit tohumları atmıştı birçoğumuzun yüreğine. Sanatına tüm ruhunu canla ve başla feda eden, abideler diken güzide insanların, kutlu medeniyet portrelerimizin emanetleri güzelce yaşatılacağı için gönlümüzde huzur ve sürur yeşermişti. Onlarca emanetin tekrar ayağa kaldırılmasında öncü olan ince ruhlara da dostane selam ve şükranlarımızı sunmak da boynumuzun borcu olmuştu.
Atılan bu güzel adımların ardından, özellikle son yıllarda yapılan bazı eser canlandırma çalışmaları hem tarih şuuru, hem estetik, hem de ruhi açıdan facia sayılabilecek bir fotoğraf ortaya koymaktadır. Kesme taşlarla, yüzlerce işçi ve onların alın teri ile inşa edilen bir köprünün, ne olduğu belirsiz maddelerle alaca bulaca hale getirilmesi tam bir garabet. Tarihin aydınlık ve karanlık sayfalarında nice sevinç ve acı yükünü üzerinde taşıyan köprü, dili olsa: “Bana en büyük acıyı şimdi yaşattınız.” diye feryat edecektir. “Beni kendi halime bırakın. Sizin bu şekilde yaşatmaya çalışmanızdansa yavaş yavaş kaderimdeki ölümü beklemek daha evladır.” diyecektir belki de.
Uğrunda ölünen ve torunlara miras kalan vatanda bu ve bunun gibi birçok eserin kaderi bu mu olmalı? Hele hele “Tarihi Eserleri Gün Yüzüne Çıkarıyoruz” temalı kurgular yok mu? En çok da onlar ürpertiyor insanı. Yeşille yani doğanın o nadide rengi ile bütünleşen, etrafındaki ağaçlarla gökyüzüne selam duran güzelim asarı çırılçıplak bıraktık. Onların etrafındaki yeşille birlikte anlamlı ve güzel olduğunu bir türlü kabul edemedik. Beton ve parkeden bir meydanın ortasında etten sıyrılmış birer iskelet oldular sanki. Mana, idrak, incelik lazım bu işe azizim. Estetik denen şeyin ruhunda akisler yaratmadığı insanlar mirası yaşatmanın değil, mangırı cebe doldurmanın derdinde adeta. Peki şu garabet binalar silsilesini (sözde apartman plaza vs, özde dev kutular) tarihi gölgeleyecek şekilde, fütursuzca diken beton efendilerine ne demeli? Bu garabetleri dikerken onlara yol verenlere nasıl bir kelamda bulunmalı? Fatih’in, Yavuz’un, Kılıçarslan’ın, Sinan’ın ve kadim Anadolu medeniyetlerindeki daha nice simanın benliğinden izler bırakarak emanet ettiği bu servet bunları hak edecek ne yaptı acaba?
Ölmeden önce en başta Allah’a, sonra insana karşı sorumlu olduğumuz telakkisi ile yaşayıp gidiyoruz. Lakin hep unuttuğumuz bir gerçek var. Geçmişin mirasını geleceğe taşıyan bizler emanete hakkı ile sahip çıkmakla da mükellefiz. Bilen, bu emaneti hakkı ile taşımanın neler istediğinin farkında. Bilmeyen ise yine aleminde yeni fırsatlar ve ucubeler peşinde koşmakta ve de oyalanmakta.
Bütün bunların ötesinde asıl bilmemiz gereken hakikat şudur kıymetli kardeşim! Ruhtaki güzellik ve yüceliktir esere şekil veren. Sevgi ve muhabbettir onu yaşatan ve yücelten. Sen onunla ne kadar bütünleşirsen, ona verilen acılar o ölçüde yüreğini sızlatır. Ucube ve garabet mimarlarını da ruhuna dokunamayacakları “sırat köprüsü” bekliyor olacaktır. O köprünün varlığını hatırlatmak belki ruhlarına dokunur. Kim bilir?
Kıymetli kardeşim, bu yazıyı okuyan sevgili okur! İçimizde inceden sızıya sebep olan vaziyete ait birkaç fotoğraf bırakıyor ve senin de ruhuna dokunmak istiyoruz. Selametle…
Aslında bu noktada ince ince sızlayan bir yaraya parmak basmaktır niyetim. Mirasçı olma kavramının benliğimizde nasıl yer ettiği sanki bir muamma. Ölen atasının mirasını har vurup harman savuran “vasıfsız ve idraksiz” evlat havası var üzerimizde. Asırlara meydan okuyan abidelerden birinin birçok kısmının, yıllar önce yol yapımı için yıkıldığını okuduğumda hayretler içerisindeydim. “Olmaz öyle şey.” demek isterdim lakin ön kısımda yer alan kitabenin bana yalan söyleme olma ihtimali olmadığından “ne acayip kafa?” deyip geçtim. Daha sonraki yıllarda kültürel mirasın birçok nadide ve güzide eserinde benzer durumun yaşandığını rahatlıkla görür oldum. Yaklaşık 50-100 yıl öncesinde yaşanan bu hadiselerin verdiği üzüntü karşısında, son yıllarda artan tarihi eserlerin restorasyon çalışmaları ümit tohumları atmıştı birçoğumuzun yüreğine. Sanatına tüm ruhunu canla ve başla feda eden, abideler diken güzide insanların, kutlu medeniyet portrelerimizin emanetleri güzelce yaşatılacağı için gönlümüzde huzur ve sürur yeşermişti. Onlarca emanetin tekrar ayağa kaldırılmasında öncü olan ince ruhlara da dostane selam ve şükranlarımızı sunmak da boynumuzun borcu olmuştu.
Atılan bu güzel adımların ardından, özellikle son yıllarda yapılan bazı eser canlandırma çalışmaları hem tarih şuuru, hem estetik, hem de ruhi açıdan facia sayılabilecek bir fotoğraf ortaya koymaktadır. Kesme taşlarla, yüzlerce işçi ve onların alın teri ile inşa edilen bir köprünün, ne olduğu belirsiz maddelerle alaca bulaca hale getirilmesi tam bir garabet. Tarihin aydınlık ve karanlık sayfalarında nice sevinç ve acı yükünü üzerinde taşıyan köprü, dili olsa: “Bana en büyük acıyı şimdi yaşattınız.” diye feryat edecektir. “Beni kendi halime bırakın. Sizin bu şekilde yaşatmaya çalışmanızdansa yavaş yavaş kaderimdeki ölümü beklemek daha evladır.” diyecektir belki de.
Uğrunda ölünen ve torunlara miras kalan vatanda bu ve bunun gibi birçok eserin kaderi bu mu olmalı? Hele hele “Tarihi Eserleri Gün Yüzüne Çıkarıyoruz” temalı kurgular yok mu? En çok da onlar ürpertiyor insanı. Yeşille yani doğanın o nadide rengi ile bütünleşen, etrafındaki ağaçlarla gökyüzüne selam duran güzelim asarı çırılçıplak bıraktık. Onların etrafındaki yeşille birlikte anlamlı ve güzel olduğunu bir türlü kabul edemedik. Beton ve parkeden bir meydanın ortasında etten sıyrılmış birer iskelet oldular sanki. Mana, idrak, incelik lazım bu işe azizim. Estetik denen şeyin ruhunda akisler yaratmadığı insanlar mirası yaşatmanın değil, mangırı cebe doldurmanın derdinde adeta. Peki şu garabet binalar silsilesini (sözde apartman plaza vs, özde dev kutular) tarihi gölgeleyecek şekilde, fütursuzca diken beton efendilerine ne demeli? Bu garabetleri dikerken onlara yol verenlere nasıl bir kelamda bulunmalı? Fatih’in, Yavuz’un, Kılıçarslan’ın, Sinan’ın ve kadim Anadolu medeniyetlerindeki daha nice simanın benliğinden izler bırakarak emanet ettiği bu servet bunları hak edecek ne yaptı acaba?
Ölmeden önce en başta Allah’a, sonra insana karşı sorumlu olduğumuz telakkisi ile yaşayıp gidiyoruz. Lakin hep unuttuğumuz bir gerçek var. Geçmişin mirasını geleceğe taşıyan bizler emanete hakkı ile sahip çıkmakla da mükellefiz. Bilen, bu emaneti hakkı ile taşımanın neler istediğinin farkında. Bilmeyen ise yine aleminde yeni fırsatlar ve ucubeler peşinde koşmakta ve de oyalanmakta.
Bütün bunların ötesinde asıl bilmemiz gereken hakikat şudur kıymetli kardeşim! Ruhtaki güzellik ve yüceliktir esere şekil veren. Sevgi ve muhabbettir onu yaşatan ve yücelten. Sen onunla ne kadar bütünleşirsen, ona verilen acılar o ölçüde yüreğini sızlatır. Ucube ve garabet mimarlarını da ruhuna dokunamayacakları “sırat köprüsü” bekliyor olacaktır. O köprünün varlığını hatırlatmak belki ruhlarına dokunur. Kim bilir?
Kıymetli kardeşim, bu yazıyı okuyan sevgili okur! İçimizde inceden sızıya sebep olan vaziyete ait birkaç fotoğraf bırakıyor ve senin de ruhuna dokunmak istiyoruz. Selametle…
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır. Teşekkür ederiz.